
Türkiye’de imam-hatip okullarının en önemli kurucularından olan Celalettin Ökten Hoca’nın değerli evladı Sadettin Ökten Hoca’nın kapısını kuşaklar üzerine hazırladığımız dosya vesilesiyle çaldık. Mütebessim çehresi, tatlı dili ile bizi içeri buyur etti ve kuşaklar arası farklılıkları; şehirleşme ve göç olguları ile değişen zihin dünyalarımızı; yeni nesil gençlere, bireyselleşmeye nasıl baktığını sorduk. İçtenlikle verdiği yanıtlar burada...
Hocam sizler pek çok ilgi alanınızla birlikte şehir kültürü üzerine de çalışmış birisiniz. Kuşaklar arası farklılıklar, her bir kuşağın zihin dünyaları ve ilgi alanlarındaki değişimler, şehirleşme ve apartmanlarda yaşamaya geçiş ile ne kadar ilişkili? Daha başka bir ifadeyle, bireyin iç alemi, düşünce dünyası ve yaşadığı mekan arasında nasıl bir rabıta var?
Etrafımızda bulunan her eşya ile olan ilişkimiz önce bizim eylemlerimizi belirler. Ondan sonra, bu eylemlerin ardındaki tercihlerimizi, diğer bir deyişle değerlerimizin uzantıları olan seçimlerimizi etkiler. Kısaca söylersek birey, belli bir değerler sistemine inanır ve eylemlerini bu değerler sistemine göre kurgular ya da tasarlar. Bu olgular ideal dünyada gerçekleşir. Bu tasarı ya da kurgu, yani kuvve fiile dönüştüğünde diğer bir deyişle eylem haline geçtiğinde, fiil gerçekleşmiş olur. Fiilin gerçekleştiği dünya ise fiziki yani reel dünyadır. İdeal ile reel arasında daima idealden bir sapma olarak bir fark mevcuttur. Eğer içinde yaşanan mekan değerler sistemine göre kurgulanan ve bu kurgunun olabildiğince hayata geçirildiği bir mekan ise değerler kurgu ve yaşantı ile bir bütünlük arz eder. Eğer mekan bir başka değerler sisteminin kurgusu ve eylemi sonucu oluşmuş ise bireyin ülkesine ait değerler sistemi ve ona göre kurguladığı hayat tarzı, bu mekanın fiziksel şartları ile belli bir düzeyde az ya da çok uyumsuzluğa girecektir.
Bu açıdan baktığımızda apartman, modernitenin sanayi devrimi sonrasında kendi özgün değerlerine göre kurgulayıp eyleme dönüştürdüğü mekansal bir yapıdır. İslam medeniyet tasavvurunun kendi değerler sistemine göre kurgulayıp hayata geçirildiği yani inşa ettiği bir yapı değildir. Dolayısıyla biz sözcüğü İslam medeniyetine mensup bir bireyi, ister genç ister yaşlı olsun, temsil ediyorsa bu bireyin apartman denilen mekanda değerleri ile ve onlara göre kurgulanmış hayatıyla uyum içinde yaşaması mümkün değildir. Böyle bir mekanda yaşamaya devam edildikçe mekanı kurgulayan modernitenin işlevsel oldukları için hayatı kolaylaştıran biçimleri zahirimize intikal eder, bir süre sonra da işlevsellik boyutu öne çıkarak aynı modernitenin değerleri duygu ve düşünce dünyamızda yer alan bize ait değerler sistemine nüfuz ederek bu değerleri sisteminin bütünlüğünü ihlal eder.
Bu söylediklerinizle ilişkili olarak, Türkiye’nin 70’lerden sonra yaşadığı yoğun göç dalgaları neticesinde oluşan bugünkü durumumuz, yani dedelerimizin ve belki anne-babalarımızın köyde doğup büyümüş olması ama bizim şehirde, metropolde büyümüş olmamız, kültürün aktarımı hususunda zorluk doğuruyor mu?
Burada göç sözcüğü eğer ülkenin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişinde ortaya çıkan kırsaldan şehirlere bir nüfus hareketini tanımlıyorsa bu olgu kaçınılmazdır. Her büyük sosyal hareket toplumda öyle ya da böyle kıpırdanmalar, huzursuzluklar belki karmaşalara sebep olur. Ülkemizde iki büyük değişim birbiri ardına, belki birbiri üzerine gelmiştir. Batı toplumlarında bu iki büyük değişim arasında toplumun istikrar kazanmasına imkan sağlayan bir zaman dilimi var.
Bu değişimlerden bir tanesi ülkemizin medeniyet tasavvurundaki köklü değişimdir. 20. yüzyılın ilk yarısında siyasal erk ile gerçekleştirilen bu değişimde İslam medeniyet tasavvuru yerine modernite getirilmek istenmiştir. Bu büyük sarsıntının etkileri ve yankıları devam ederken aynı yüzyılın ikinci yarısında da ülke tarımdan sanayiye geçiş olgusuna şahit olmuştur. Türkiye’nin yakın tarihte yaşadığı bu iki büyük sosyal hareketin toplumda kimlik bunalımı, kimlik arayışı, kuşaklar arası çatışma, hayatın anlamı ve gayesi vs. gibi köklü ve geniş sorunlar doğurmaması mümkün değildir. Bir süre sonra umulur ki ülkemiz kendi medeniyet değerlerine sadık kalarak yeni bir zaman diliminde, yeni bir hayat tarzı inşa edecektir. Bunu yapamadığımız zaman kimliksizlik gibi meşum bir felakete duçar oluruz.
Yeni nesil gençleri siz kendi zaviyenizden nasıl görüyorsunuz hocam? Sizce hangi yönlendiriyle öne çıkıyorlar?
Yukarıda da temas etmeye çalıştığım gibi yeni nesil gençleri bu karmaşık ortamda ne büsbütün kimliksiz ne de özgün bir kimlik sahibi. Ancak bu büyük problem sadece gençlere özgü değil. Toplumun bütün kesimlerine şamil. Toplumun hayat tarzı değişmeye zorlanmış ve değişmiştir. Bu değişimin ardında modernitenin değerleri yer almaktadır ve bu değişim hayatın hiç inkarı mümkün olmayan teknolojik boyutunun bizi etkilemesiyle ortaya çıkmıştır. Eğer kendimiz kalarak, yani kimliğimizi kendi medeniyet tasavvurumuzun değerler sistemine göre yeniden yorumlayarak bir hayat tarzı kurgulayamazsak ve bunu eylemlerimiz ile kuvveden fiile intikal ettiremezsek bu çözümsüz hal sürer gider. Mesele, bugünün reddi mümkün olmayan verilerini İslam medeniyet tasavvurunun değerler istemine göre ele alıp bu değerler sistemini esas alarak yeni bir hayat tarzı üretmekten ibarettir.
Son yıllarda bireyselleşmenin daha bir hızla arttığı konuşuluyor. Batı dünyası bu tecrübeyi yüzyıllar içinde yaşarken biz çok daha süratli yaşıyoruz. Siz bunu tehlikeli görüyor musunuz?
Türkiye 80’li yıllardan sonra modernitenin II. Dünya Savaşı sonrası hayata hakim olan Amerikan kapitalizmi versiyonu ile tanışmıştır. Bu kapitalizme baktığımız zaman tüketim esas amaçtır. Bunun için de bireyin tüketime karşı koyabilecek bütün korunma vasıtalarından mahrum kalması gerekiyor. Toplum, aile, mahalle, komşuluk, sosyal ya da mistik bir gruba mensup olmak vs. gibi. Bireyi bu mensubiyetlerden arındırdığımız zaman yalnız, çaresiz ve savunmasızdır. Bu bireyi tüketime teşvik eden kampanyalarla etki altına aldığınızda Amerikan kapitalizminin arzu ettiği şahsı ortaya çıkarırsınız. O şahıs düşünemez, çünkü onun yerine düşünen kapitalist bir zihin vardır, o şahıs hissedemez çünkü onun yerine hisseden kapitalist bir anlayış söz konusudur. Sadece kazanır ve kapitalizmin arzusuna göre tüketir. Çağımız modernitesinin Amerikan versiyonunun istediği ideal birey budur. Bu elbette çok tehlikelidir.
2000 sonrası doğan genç arkadaşlarımızın önümüzdeki 20 yıl içinde şirket yöneticileri olacaklarını; siyasette, kamuda aktif rol alacaklarını düşündüğümüzde umut dolu bir gelecek öngörüsü oluşuyor mu sizde, yoksa endişeleriniz var mı?
Ben mizaç itibarı ile ve aldığım eğitim açısından maddi manevi boşlukları, eksikleri gören ama hayata hep iyimser açıdan bakan bir kimseyim ve hiçbir zaman ilahi rahmetten ümidi kesmem. Modernitede her ne kadar ilahi rahmet diye bir kavram yok ise de bu kavram benim duygu ve düşünce dağarcığımda her zaman başroldedir. Bu çocuklar bizlere göre çok iyi imkanlar içinde yetiştiler ve yetişmektedirler. Kendi kimliklerini tanıyıp benimserlerse, daha doğrusu toplum onlara bu imkanı ya da hizmeti götürürse çok iyi kadroların iş başına geleceğini ümit ve niyaz ediyorum.
Dindar ailelerin son yıllarda kendi çocukları üzerindeki etkisinin azaldığı ve dindarlık anlayışlarının değiştiği de konuşuluyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu soruda kilit sözcük dindar sözcüğüdür. Aldığım eğitimin neticesi dinin önce iç dünyamızı, yani kalbimizi ve ruhumuzu aydınlatıp terbiye ettiğini ve bunun eylemlerimiz ile bütünleştirildiğini, bütünleşmek zorunda olduğunu biliyorum. Bana göre dindar kelimesi İslam’ın nuru ile aydınlanmış, muhabbet ve hizmet sevdalısı bir kalbin, hassas bir ruhun, merhamet, şefkat, yardımseverlik ve diğer güzel hasletler ile İslam medeniyet tasavvurunun tanımladığı şekilde donatılmış bir insanı tanımlar. Bu insan kendi iç dünyasındaki bu zenginliği eylemleri ile gerek insanlara gerek Cenab-ı Allah’a karşı bütünleştirmek mecburiyetindedir. Toplumda büyükler bunu yapıyorlarsa çocukların da bu ilahi güzellikten nasip almamaları mümkün değildir.