
X, Y, Z, K gibi kuşak tanımlamaları özellikle ABD merkezde olmak üzere Batı’da ortaya çıkan yeni toplumsal ilişkiler ya da “geleceğin” dünyasının hâkim toplumsallaşma biçimlerinin tasviri ve kontrolü ile alakalıdır.
Yeni nesillere alakalı tasnif ve tahliller ne kadar isabetli? Böyle bir şeye niye ihtiyaç duyuluyor? Bu tasnif ve tahliller ekonomik ya da politik kaygılarla mı yapılıyor?
Yeni nesillerle ilgili kaygılar insanlığın yazılı tarihi kadar eski bir başlangıç noktasına sahip ancak günümüzde nesil ya da kuşak tanımları insanlığın tarihsel hikâyesinde olmayan bir duruma işaret etmektedir. Bu yeni durum geçmişi temsil eden neslin dünyayı kavrayış ve iş yapma tarzlarıyla alakalı olan otoritesinin gelmekte olan nesille birlikte yok olacağı ve bu yok oluşun ağıt yakılacak bir kayıp olmadığını kabulle alakalıdır. Nesillerle alakalı tasnifler bir yandan modernitenin ilerlemeci tarih anlatısına uyumlu ideolojik bir arka plandan beslenirken diğer yandan da dünyayı kavrayış, iş yapma ve toplumsal ilişkilerin kapitalist üretim-dağıtım ve mübadele biçimleri sonucu ortaya çıkan yeni insan tiplerini tasnifte kullanılan dolayısıyla toplumsal gerçekliğimize denk düşen bir içeriğe sahiptirler. Toplumsal gerçekliğimiz ve nesil tasnifleri arasında kurulacak ilişki ya da mevcut gerçekliğin sosyal bilimler sözlüğünde tekabül ettiği kavramsallaştırmanın batı dışı toplumları ilgilendiren başka bir ideolojik ya da hegemonik rolü bulunmaktadır. Örneğin, X, Y, Z, K gibi kuşak tanımlamaları özellikle ABD merkezde olmak üzere Batı’da ortaya çıkan yeni toplumsal ilişkiler ya da “geleceğin” dünyasının hâkim toplumsallaşma biçimlerinin tasviri ve kontrolü ile alakalıdır. Dolayısıyla, bu tanımlamaları kabul etmek aynı zamanda batılı toplumsal gerçekliğin sorgulanmadan kabulü anlamına da gelmektedir.
Gençlik, Modernliğin Kitlelere Sattığı Bir “Kurtuluş” Vaadine Dönüşmektedir
Bu konunun diğer bir boyutu da gençlikle ilgili söylemin yönetişim noktasındaki işlevselliğidir. Burada modernlik kapsamında kurumsal olarak üretilen bir gençlik fetişizmi ve ebedi hayatın imkânı ile ilgili bir yanılsamaya dikkat çekmek gerekmektedir. Yaşlılık ve ölüm kamusal temsil ve görünürlülükten dışlandığı ölçüde gençlik modernliğin kitlelere sattığı bir “kurtuluş” vaadine dönüşmektedir. Reklamlar ve estetik endüstrisinin merkeziliği ile birlikte ulus devlet ve özellikle 19. yüzyıl kapitalizminin sağlıklı bedeni dolayısıyla gençliği merkeze almaları söz konusudur. Dolayısıyla, gençlik bir yandan bir “arzu nesnesi” kılınmakta diğer yandan üretkenliği esas alan bir beden politikası ekseninde işlevselleştirilmektedir.
Nesil Tanımlamaları İdeolojik Bir Arka Plana Dayanmaktadır
Nesil ya da kuşaklarla ilgili kavramsallaştırmalar modernliğin sadece ilerlemeci tarih anlatısının geleceği her zaman için geçmişten üstün gören ideolojik temelinden beslenmez, aynı zamanda ve paradoksal olarak toplumsalın imkânı ve imkânsızlığı ile ilgili bir korkuyu da içinde taşır ki bu da batı dışı toplumların dikkatli olması gereken diğer bir duruma işaret etmektedir. Dolayısıyla, nesil tanımlamaları ve kuşaklar arası ilişkilerle ilgili kavramsallaştırmalar hem toplumsal, teknolojik, kültürel, siyasal açılardan ampirik bir gerçekliğe hem de tüm sayılan unsurlardan beslenen bir tarihselliğe yani ideolojik bir arka plana dayanmaktadırlar.
Bir diğer önemli uyarının şu noktada yapılması gerekmektedir: Nesillerle alakalı tasnifler genel modernlik okuması içinde bir kopuşa değil bir sürekliliğe işaret etmektedirler. Diğer bir ifadeyle, nesiller ya da kuşaklar arasındaki radikal farklılıklar olarak kodlanan durumlar aslında modern iktisadi-siyasal yapının mantıki olmasa bile ihtimal dâhilinde olan tarihsel sonuçlarına evrilen yeni ilişkiler ve iş yapma tarzları ekseninde modernliğin değişen ifadelendirme ve bedenlendirme pratiklerine işaret etmektedirler. Bu önemli bir noktadır ve örneğin kuşak çatışması ile ilgili bir analiz yapacaksak belli bir toplumdaki modernlik tecrübesinin sınıfsal-kültürel altyapısını dikkate almamızı gerektirmektedir.
Muhafazakar/mütedeyyin/mazbut ailelerin kendi çocukları üzerinde tesirlerini kaybettiğine dair çok sayıda haber, yazı çıkıyor medyada; bu konu nedir, ne değildir?
Bir önceki soruya çizdiğim çerçeveye sadık kalarak ilk dikkat çekilmesi gereken husus aile özelinde temsil edilen geçmişi aşmanın modern zamanlarda sadece istenen bir durum olmadığı aynı zamanda bunun iktisadi-teknolojik altyapının zorunlu bir sonucu olduğudur. İkinci olarak, günümüzde bu altyapının tüketim sistemi, toplumu ve dünyası içerisinde yeniden anlaşılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Tüketim sistemi rasyonelleştirilmiş iktisadi koşullara işaret etmektedir. Tüketim toplumu, tüketim sisteminin kültür dünyasına hâkim olmasıyla ya da toplumsal ilişkileri dolayımlaması yani öznelliği inşa etmesiyle ortaya çıkar. Tüketim dünyası kavramsallaştırmasını ise tüketim sistemi ve toplumunun dışında kalan sınıflar ve coğrafyalarla alakalı olarak modernlikle kurulan ilişkinin küresel bir fantezi dünyasını dikkate almadan anlaşılamayacağına işaret için kullanıyorum.
İlk boyutla alakalı olarak öne çıkan resim şudur: Baba ya da anne uyulduğu takdirde “hayatta kalmayı” garantileyeceğiniz pratiğe dair otoritelerini ailenin ve bağlı geleneksel üretim biçimlerinin yitimiyle birlikte modern zamanlarda kaybetmişlerdir. Babamız ustamızken çırağımıza dönüşmektedir. Babanın çırağa dönüşmesi sınıfsal altyapıdan bağımsız değildir. Bu noktada önceki soruya cevapta altını çizdiğim sınıfsal ayrımı dikkate almak ve geride bırakılması istenen ailenin zaman ve mekânını net bir biçimde tespit etmek gerekmektedir. Muhafazakâr ailelerin yaşadıkları en önemli değişimlerden biri bu doğrultuda modern dünyanın iktisadi, kültürel ve siyasal koşullarıyla baş etmelerini temin edecek ve çocuklarının gerçekliğini kavrayıp tedbir alacak bir dilden mahrum olmalarıdır. Ahlaki fazlasıyla bireysel bir tavır olarak algılamak ve ahlakın aslında gündelik hayat ilişkileri içerisinde iktisadi, kültürel ve siyasal yapılarla desteklendiği gerçeğini ıskalamak bu ailelerin yaşadıkları en önemli trajedilerden birini oluşturmaktadır. Yaşanan durum salt bir kuşak çatışması durumu değil kendi “tarihsel doğallığında” ortaya çıkması kaçınılmaz olan bir öznelliğin gençler tarafından inşası durumudur.
Hayat Tarzı Bireylere Otantik Olmaları Çağrısında Bulunan Bir Buyruktur
İkinci boyut hem aileleri hem de gençleri kuşatan çok daha görünmez bir zihinsel dönüşüme işaret eden ve bu açıdan da asıl olarak üzerinde durulması gereken tüketim toplumu ve dünyası gerçekliğidir. Bunu gündelik hayatta ve “farkında olmadan” modernliği onaylamak ya da hümanist ideolojinin beden ve tavırlarda ortaya çıkışı olarak kavrayabiliriz. Tüketim toplumunun iki temel bileşeninden biri markalar diğeri ise modadır. Simmel’in altını çizdiği gibi moda hem farklılığın inşası hem de kitleselliği içinde barındırmaktadır. Tam da bundan dolayı moda gündelik hayat ilişkilerinde bireyi modern kentin anonimliğinden kurtaran ve onu daha büyük bir öykünün içinde yeniden inşa eden bir işleyişe sahiptir. Diğer yandan markalar da gerek “marka cemaatleri” kavramsallaştırmasında olduğu gibi gerekse de reklamlar aracılığı ile inşa ettikleri hayal âlemindeki merkezilikleri dolayısıyla günümüz insanının benlik algısında vazgeçemeyeceği bir dil sağlamaktadırlar. Bu iki boyutun da gelip dayandığı ana bağlam “hayat tarzı” ile ifade edilen ve bireylere otantik olmaları çağrısında bulunan buyruğun egemenliğidir. Hayat tarzı geleneğin sağladığı verili kimlik ölçütlerinin akışkan hale getirilerek buharlaştığı ve bireyin piyasa çerçevesinde yeniden inşa ettiği bir var oluş tarzıdır. Bu bağlamda sadece tüketim pratiklerini değil yaşanılan mekânı da dünyaya yönelik genel tavrı da kuşatır. Modern kent yaşantısını bedenleştiren özneler zaman ve mekânla kurdukları ilişkiyi aşkın referans çerçevelerinden yalıtarak sekülerleştirirler/dünyevileştirirler. Bu sekülerleştirme işlemi insan merkezliliği ve insani eylemlerin yüceltilmesini esas alması noktasında hümanist ideolojinin bilinç dışını inşa ederek geleneksel dinlerin hâkim kamusal alandan geri çekilişini temin ederler. Örneğin, İslam doğayı bir ayet olarak kavramayı önerirken dindar veya değil modern insan yapılandırılmış tema parklar, yapay vadiler arasında bu hizmeti sunan proje sahibine minnettarlıklarını ifade ettikleri ölçüde doğanın ayet olma vasfı ortadan kalkmaya başlar. Dolayısıyla, modern kent merkezinde gündelik hayat adı konmamış bir hümanist bilincin egemenliği altındadır. Bu durum muhafazakâr ailelerle ilgili kuşak çatışmalarının diğer bir boyutunu oluşturmaktadır.
Çok kısa biçimde ifade etmek gerekirse gençliğin inşası ve kuşakların tasnifi aynı zamanda bir öznelleştirme faaliyetidir. Türkiye özelinde devlet ve piyasanın bu noktadaki hâkimiyetleri ortadadır. Bu doğrultuda muhafazakâr ya da dindar aileler vatandaş olarak devletten müşteri olarak da piyasadan kendi kültürel varlıklarını devam ettirecek taleplerde bulunabilirler. Bu öneri modern vatandaşlık ve müşteri kategorilerinin geleneksel dini anlayış açısından sorunlu olmadığı anlamına gelmez ancak gündelik ve pratik düzlemde sorunların kaynağının ve çözümünün yalıtılmış ve geniş toplumsal bağlamdan koparılmış bir aile kavrayışı üzerinden anlaşılamayacağına işaret eder.