
Abdullah Güner
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mirâç hadisesini konu edinen ve Türk mûsikîsinin en büyük eserlerinden biri kabul edilen Miraciyye’nin bilinmeyen öyküsünün peşine düşen yönetmen Murat Pay ile “Mirâciyye: Saklı Miras” filmi üzerine konuştuk.
Murat Pay Kimdir?
2003 yılında Marmara Üniversitesi Radyo-Televizyon-Sinema bölümünü bitirdi. 2012 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü’nden ‘Gölge Oyunu Karagöz ve Sinema’ adlı yüksek lisans teziyle mezun oldu. Teorik ve pratik ilk film çalışmalarını Bilim ve Sanat Vakfı’nda gerçekleştirdi. 2005 yılından bu yana aynı kurumda film atölyesi eğitmenliği yapmaktadır. Hayal Perdesi ve Anlayış dergileri için film yazıları hazırladı. Film çalışmalarını 2012-2014 yılları arasında Kaplan Film bünyesinde sürdüren Murat Pay, 2014 yılından beri çalışmalarını Rasathane Film çatısı altında yürütmektedir.
Filmografisi:
Mâşuk’un Nefesi (2014),
Eski Kazan (2008),
Kardeşim (2007),
Geri Dönüşüm (2007),
Su Damlası (2006).
Mirâciyye’nin filmini çekmeye nasıl karar verdiniz? Nereden aklınıza geldi böyle bir film çekmek?
Mevlid-i şerifle ilgili Maşuk’un Nefesi filmini yaptıktan sonra bir arkadaşımla gezinirken “Türkiye’nin en büyük eserlerinden Mirâciyye’yi hiç duydun mu?” sorusuyla muhatap oldum. Eseri hiç duymamıştım ve bu duymamışlık biraz ağırıma gitmişti. Türk müziğinin Süleymaniyesi gibi büyük bir eserden bahsediyoruz. Üstüne üstlük bir bahrinin (kısmının) eksik olması ve günümüze ulaşmadığını öğrenmem zihnime takıldı. Kaybolan bir şey vardı ve bir yolculuk çıkabilirdi buradan, bunun sinematografik olduğunu düşündüm. Tabii Efendimiz’le (s.a.v.) alakalı olması da cazip tarafıydı.
Mirâciyye eseri yedi bölümden oluşuyor ve her kısım kendi içerisinde farklı makamlarda icra ediliyor. Filmi kurgularken ne düşünmüştünüz?
Mirâciyye’de her bölümün şiiri, içeriği makamlarla ilişkili. Her eser, başı ve sonu itibarıyla bir bütünlük teşkil ediyor; aynı zamanda aralarda da köprü niyetine tevşihler (ilahiler) var, parçalar bütüne gidiyor.
Filmi çekme sürecinde kendi tecrübemizi dikkate alarak hiç bilmeyen bir insan -ki biz de hiç bilmiyorduk, tanıştık- bu eserle yavaş yavaş tanışsın istedik. Dört tane hikâye kurduk, her hikâye kendi içinde bağımsız olsun ancak her hikâyeyi de birbirine bağlayacak köprüler inşa edelim ve beyitler de bizim tevşihlerimiz gibi olsun. Bütüne baktığımızda da biz bir bütün hikâyeyi görebilelim. Temelde niyet ettiğimiz şey böyleydi.
Bursa’da Nûmâniye Dergâhı’nda Mirâciyye geleneğini elli yılı aşkın zamandır sürdüren Mehmed Safiyüddîn Efendi’nin filme katkısı ne yönde olmuştur?
Bence filmin gizli mimari Mehmed Safiyüddîn Efendi’dir. Çünkü filmi yapmakta çok zorlandığımız hatta çekmekten vazgeçeceğimiz dönemlerde Safiyüddîn Efendi’nin Mirâciyye ile ilgili o emeği, gayreti ve bunu 50 yıldır hiç kimseye minnet duymadan tek başına yapması bizi çok etkiledi; tesir etti bize. Ben Mirâciyyelere de katıldım orada, bu bizi teşvik etti. Safiyüddîn Efendi, geleneği yaşatan birisi değil de yaşayan birisi. O yönden bence tesir etti bize.
İlk filminiz Maşuk’un Nefesi’nde (2014) mevlid meşki geleneğiyle, Mirâciyye: Saklı Miras’ta ise kayıp bir eser üzerinden Türk mûsikîsi ile irtibat kuruyorsunuz. Yeni filminiz Dilsiz’de de hat sanatıyla kurduğumuz bağı anlatacaksınız. Filmlerinizde geleneği referans almanızın özel bir sebebi var mı?
Yola çıktığımda ister istemez geçmişimle/hafızamla karşılaşıyorum. Benim açımdan bunun ilk göstergesi, bir yandan sinemanın teorisi ile diğer taraftan kısa filmlerle uğraşırken bazı şeyleri anlamam gerektiğini fark etmemle mümkün oldu.
İslam sanatlarını anlamam gerektiğini düşünerek “İslam Tarihi ve Sanatları”nda yüksek lisans yaptım ve büyük bir zevkle okudum. Kendimde hissettiğim eksiklik beni oraya götürdü. Şimdi buralarda edindiğim tecrübeleri pratiğe dökmeye çalışıyorum. ‘Özellikle ben şunun filmini yapayım’ diye yola çıkmıyorum. Sorularım beni bu zemine taşıyor.
Filmle ilgili söyleşinizde İslamcı sinemanın formla ilgili gerekli ve yeterli soruları sormadığı için çok ilginç biçimde seküler bir form inşa ettiğini ama muhtevasını dini yaptığını söylediniz. Müslüman sinemacıların sinemada kendi formunu/biçimini bulması mümkün mü? Siz nasıl bir yol tutturmaya çabalıyorsunuz?
Kendi tecrübemden hareketle, filmlerle uğraştıkça veya bu alanda okumalar yaptıkça şununla karşı karşıya kalıyorum: Bir kültür var karşımda ve “bu kültür benim” dediğim anda onu anladığımı düşünüyorum fakat “anladım” dediğimde kültür benden uzaklaşıyor çünkü aslında benden uzak. Dolayısıyla anlayamıyorum.
Şunu kastediyorum: Mimarimizde Süleymaniye Camii’ni anladığımı söyleyemem. Hakikaten anlıyor olsam şu an bu mimari içerisinde yaşamayı kabul etmemem lazım. Bir tezattayız ve bu tezattan rahatsız değiliz. Anlayamadığım için bu böyle. Dolayısıyla anladığımı iddia etmemin bir anlamı yok. Ancak kültürümle, geleneğimle aramda derin bir bağ var. Bir yandan bağlantım var, bir yandan da uzağım.
Vâkıa buysa kendimizi (geleneğimizi) anlamak için nasıl bir yol/yöntem geliştirebiliriz?
Bizim anlamaya dönük bir araca ihtiyacımız var. Biz o araçtan yoksunuz. İsmet Özel’in şiirindeki “Eskiler iz sürerdi, biz muttasıl arıyoruz” ifadesi bunu çok güzel açıklıyor. İz sürüyor gibi yapmanın bir anlamı yok. İz süremiyoruz, biz arıyoruz şu an.
Kendimizi anlamayı sağlayacak bir araç var mı sizce?
Var olduğunu düşünüyorum. Bu aracı keşfetmeliyiz. Bunu gerekirse bugün yeniden inşa etmeliyiz. Gelenek noktasındaki sorun da burada ortaya çıkıyor. İnsanlar o aracın olup-olmadığını tartışmadan gelenekçilik yapmaya başlıyorlar.
Gelenekle sinema arasında bağlantı kurabilir miyiz?
Türkiye’de sinema kültürel anlamda en cahil kaldığımız alan. Bugün sinemacıların büyük bir kısmı kültürel anlamda çok ciddi bir yoksunluk içinde ve bu yoksunluğun farkında değil ve dahi bunu bir yoksunluk olarak görmüyor zaten.
Müslüman kimliğimizi dikkate alarak İstanbul’daki şaheserlerle muhataplığımızda “Ben neredeyim, bunlar ne?” demek zorunda kalıyoruz. Bununla bağlantı kurmamız lazım mı? Kuracaksak nasıl kuracağız? Kurmamalı mıyız acaba? Galiba tam göremiyoruz, gözlüğümüzde de bazı sorunlar var; o zaman doğru gözlüğü bulana kadar o arama halinin içerisinde bulunmamız lazım mı diyoruz mesela. Burada tek geçer akçemiz samimiyet. Bir de bazı hadiselerin yaşantı haline gelmesi lazım çünkü tesir o zaman ortaya çıkıyor.
Sinemada Müslüman tasavvuruyla bir form inşa edebilir miyiz?
Şu aşamada zor. Sinemada soru halinin, arayış halinin formunu kurabiliriz. Yani bu arama hali bizi Müslüman bir tasavvurun sinemasına yaklaştırabilir. Soru sormalı, peşinden gitmeli ve aramalıyız.
Ben iz süremiyorum şu an. İz sürmeye başlayınca kataloglara, el yazmalarına, tarihe gitmem gerekiyor; okuyamıyorum, gidemiyorum. Mehmet Akif okurken sözlüğe başvuruyorum sürekli. Boyumuzun ölçüsünü bilmemiz gerekiyor. Benim şu an sanat icra etmem de problemli aslında. Sanat dediğimiz hadise kabın taşmış halidir. “Kabım delik mi, dolacak mı, dolmaz mı, kabımda bir şey var mı?” Bunları soruyorum daha kendime. Bir şey yaparken kabın bu halinin farkında olursam formum bu olabilir belki diyorum. Form mühendislikle çıkacak bir hadise değil, kendiliğinden çıkar çünkü.