
Ne garip; çizmesiz fırtınayı aşabiliyorlar diye bu çocuklardan küfür tazyikatını da hasarsız aşmalarını bekliyoruz. Hüdayı nabit gibi kendiliğinden doğru yolda büyüyüvermiş gençler olmalarını, bunca olumsuzluk içinde kusursuzca şekillenmelerini umuyoruz. Oysa biz onlarla beraber büyümedikçe ve Musa`nın sandığından, Nuh`un gemisinden bahsetmedikçe onlar dağlara koşup kurtulmayı uman Kenan`lara dönüşecekler daima…
eçen gün pazara gittiğimde boy boy fidanlarla karşılaştım. Gül, nergis, çam, erik, portakal limon. Şundan mı bundan mı derken pazar arabamda küçük bir orman ile eve döndüm. Bir gül fidesini toprağa dikmenin ne demek olduğunu ilk kez hissettim. Ne güzel dedim bir gün buradan ayrılsam bile insanlara bir şeyler bırakmış olacağım. Kimi burnunu usulca dokunduracak kadife güllerin ortasına, kimi ektiğim bir ağacın altında soluklanıp yoluna devam edecek...
Ne garip bunca fidan aynı suyu aynı ışığı almasına, aynı topraktan beslenmesine rağmen ayrı ayrı meyve veriyor. Kimi incir ağacı olup ocak yıkıyor, kimi kavak ağacı olup boy veriyor. Aslında fidanlar en çok çocuklara benziyor. Sadece çocukların hangisinden hangi meyve hâsıl olacak onu bilemiyoruz. Bir de çocuklar fidanlardan daha utangaç. Buraya ilk yerleştiğimde ilk bunu gözlemlemiştim. Sanayi bölgesine yakın bir yerde oturduğum için site sakinlerinin çoğunu işçi aileleri oluşturuyordu ve sitenin küçük hanımlarıyla göz kontağı kurana kadar canım çıkıyordu. Ağızlarından bir çift söz alabilmek için olmadık takla atıyordum.
Oysa şu aralar aramızdan su sızmıyor. Uzaktan bakılınca sezilebilen bir sevgi kümesine dönüşmeye başladık bile. Bu kolay bir şey değildir aslında. Babanız işçiyse ve anneniz bir CEO gibi 24 saat maaşın nasıl harcanacağı konusunda size betelip duruyorsa uzaklardan gelmiş o yabancıya 1 metre yaklaşmanıza ailenizden önce sosyolojik durumunuz izin vermez. Bu yüzden bu çocukların sınırlarında boy vermem pek kolay olmadı.
Yağan yağmur bile işçi çocuklarının aleyhinedir burada. Belediyenin yol etmediği yeri, yağmur göl ediverir çünkü. Bu yüzden hastadır her daim bu çocuklar. Annelerinin boğazlarından kısıp aldığı o bez ayakkabıyı güneşli havalarda değil yağmurlu havalarda giyerler. Böylece Musa`nın sandığı gibi Allah’ın merhameti ile geçerler yağmuru ve fırtınayı. Şaşırır kalırsınız. Eğer işçi çocuklarının bol olduğu bir yerde oturuyorsanız yağmur duasından sonra çizme duası da edersiniz. Benim gibi.
Henüz çok az şeyi bilmelerine rağmen, bir değiştirme sevdası ile yanıp tutuştuklarını görürsünüz bu çocukların. Başka dünyaların kahramanları olmak için edebiyat öğretmenlerinin ellerine sıkıştırdığı her türlü garaip kitabı okumaları bu yüzdendir… Filmlerdeki kahramanları benimsemeleri bu yüzden… Ailelerinin kıramadığı kabuğu onlar kıracak ve köy ile kentin birleştiği bu yerde tesadüflere inanmadan ilerleyeceklerdir onlar. Oysa bilmezler ki onların hayatı satranç tahtası gibidir ve piyonlar sonsuza dek yer değiştirip duracaktır.
Bilmiyorlar tabi. Hayatın her anında ortaya çıkan fikir zehirlenmelerinin onları belki de başka modlara sürükleyeceğini. Televizyonlarda izledikleri o kahramanların, kendi dünyaları ile örtüşen noktalarının büyüdükçe azalacağını… Neşeliyken bir anda ağlayacakları, iyiyken bir anda kötü olacakları o günlerin büyümek kadar yakın olduğunu nerden bilecekler. Herkes gibi onlar da farkında değil dünyanın gün geçtikçe daha çok kötüye gittiğinin.. Bu yüzden şu halleri ile martılardan daha özgür ve mutlu olduklarını belki de hiç başörtüsünden utanmaya başladıkça başka inançların onları içi boş bir bidona çevireceğini bilmeyecekler. Kim tekmelerse onun sesini çıkaracaklar. Bir şey olmak için belki de gün gelip boş bir bidon olmayı kabul edecekler. Birilerine göre hep kıyı, sırta yük, seçim malzemesi ya da saf duyguları sömürülecek politika fedaisi olacaklar. Eğer ki sendikalar babalarını hatırlar ve üzerlerinden hesaplar çevirirse birkaç eski solcunun yüreğini hoplatacaklar sadece. Eğer içlerinde titreyen o iman ışığını birileri muhafaza etmezse hayata yarım yamalak tutunan bu çocuklar suça itilmesi en kolay bireyler haline dönüşebilecek.
Onların her birinin bir limana, bir dosta, bir ablaya, bir abiye ihtiyacı var. Bunca hatanın, bunca eksikliğin, bunca yoksulluğun ve yoksunluğun içinde “varlığın” ne olduğuna dair ipuçları verecek, insana dair umudunu kaybetmemiş, boş vermemiş, bana ne dememiş insanlara ihtiyacı var onların. Eğitimde fırsat eşitliği kadar eğitimde fıtrat eşitsizliğinden de haberdar olmaya ihtiyaçları var. Özel yetenekleri SBS`ye kurban eden bu sistemin üzerinde başka bir sistem olduğunu, farklılıkların, çoklu zekânın hayatta nasıl başka kapılar aralayacağını bilmeye ihtiyaçları var.
Ne garip; çizmesiz fırtınayı aşabiliyorlar diye bu çocuklardan küfür tazyikatını da hasarsız aşmalarını bekliyoruz. Hüdayı nabit gibi kendiliğinden doğru yolda büyüyüvermiş gençler olmalarını, bunca olumsuzluk içinde kusursuzca şekillenmelerini umuyoruz. Oysa biz onlarla beraber büyümedikçe ve Musa`nın sandığından, Nuh`un gemisinden bahsetmedikçe onlar dağlara koşup kurtulmayı uman Kenan`lara dönüşecekler daima…
***
En güzeli uzun bir süre daha burada kalıp; fidanlarla ve bu çocuklarla beraber büyümek… Hem dediğim gibi küçük hanımlar uzun zamandır göz göze gelince kaçmıyorlar, ya da huzursuz bir tavşan gibi girecek delik aramıyorlar. Tam küfür edecekken usulca bizim pencereye göz atıp son hecelerini yutuyorlar. Anneleri “Ayşegül ablanıza söylerim bak” diye tehdit ediyormuş onları. Sevgimi kaybetmekten korkuyorlarmış… “Sevgiyi kaybetmekten”… Oysa ben “sevgiyi kaybetmekten” onlardan daha çok korkuyorum.
Bir dahaki hafta kiraz fidanı da almalıyım; kızlar kulaklarına küpe yapmalı meyveleri… Sonra bir tane de dut ağacı. Dut ağacına baktıkça birileri belki ipek böceklerini hatırlar. Bir ipek mendil için yüz ipek böceğinin öldüğünü öğrenip tefekküre dalarlar belki. Belki ipeğin hem nazenin hem de sağlam olmasından kendi insanlıklarına bir kapı aralarlar… Biliyorum hayal kuruyorum, diktiğim pek çok fidanı tam ortasından çıt diye kıracak birileri… Birileri bizim ağaç sevgimizi hor görüp, her daim elinde baltayla dolaşacak biliyorum. Biz kıyamet günü son fidanı dikerken onlar da son baltayı yontacaklar… Oysa bilmiyorlar ki bizim ömrümüzün gayesidir o ipek mendil. Biz o son ağacı da dikeriz, bir ipek mendil için yüzer yüzer de ölürüz, biner biner de… Bilmiyorlar!