
Abdullah Güner
Klasik Osmanlı ve Tasavvuf müziği konusunda uzun yıllardır gerçekleştirdiği konserler ve yayınladığı albümlerle Türk musikisini dünyaya tanıtan neyzen Kudsi Erguner ile müzik üzerine konuştuk.
Kudsi Erguner kimdir?
Kudsi Erguner 1952’de Diyarbakır’da doğdu. 1969’da İstanbul Radyosu’na katıldı. 1973’te Paris’e yerleşen Erguner, burada mimarlık ve müzikoloji eğitimi aldı ve her iki alanda da doktora yaptı. 1976’dan itibaren dünyaca tanınmış müzisyenlerle çeşitli tiyatro, sinema ve konser projelerinde çalıştı. 1981’de Sufi öğretisini ve müziğini öğretmeyi amaçlayan bir dernek, 1988’de “Kudsi Erguner Ensemble” adıyla 16. yüzyıl Klasik Osmanlı Müziği’ni tanıtmayı hedefleyen bir müzik topluluğu kurdu. Kudsi Erguner evli ve üç çocuk babasıdır.
Mevlevî meşrep bir aileden geliyorsunuz. Tasavvuf müziği yapmanın yasak olduğu bir devirde böyle bir çevrede büyümenin zenginlikleri ve zorlukları neler oldu sizin için?
Bugün efsane olan isimler etrafında büyümek, eski deyimle onların nazarında olmak, zamanla daha da idrak edebildiğim büyük bir lütufmuş. Ayrıca o meclislerin müdavimi olan son devrin musikî ustalarını dinlemiş, hatta onlarla beraber ney üflemiş olmak, benim için bir övünç kaynağıdır.
Bazı çevrelerde ney üflediğim için teşvik edilip iltifat görürken, okul arkadaşlarıma neyden ve ailemden bahsedemiyordum. Hatta bazı ortamlarda tekke ve Mevlânâ’dan hiç söz etmemem tembih edilmişti. Toplum için gizlenmesi gereken, neredeyse utanç verici, zararlı(!) değerleri yaşayan bir aile ile çevresine ait olmak ve bu ikilem içerisinde denge bulmak kolay olmadı.
Bu çelişkiyi kendi içinizde nasıl çözdünüz?
Eğitim sisteminin ve kültür politikalarının tüm engellerine rağmen musikîye ve neyin sesine olan hassasiyetimi tasavvufî meclislerde duyduğum haz ve teşvik sayesinde koruyabildim. Yaşadıklarım engellemelerin aksine beni topluma zerk edilenlerden çok daha gerçek değerlere sahip olduğuma inandırdı.
Neyle yolculuğunuzu aileden gelen bir gelenek olduğu için mi devam ettiriyorsunuz? Sizi neye bağlayan nedir?
Müzik bir mecburiyet, ideal veya seçimin ötesinde bir zevktir. Benim için ney sadece bir aile geleneği değil, aynı zamanda zevkle yaşadığım değerlerin ifadesi ve son demlerine tanıklık etme şansına erdiğim medeniyetin içimdeki nefesidir.
Hz. Mevlânâ Mesnevî’nin ilk 18 beytinde ney aracılığıyla insanı tarif ediyor. Neden başka enstrüman değil de “ney” üzerinden insanı anlatmak istemiştir? Ney insana bir ruh zarafeti mi bahşediyor?
Mevlânâ Hazretleri “ney” mecazı ile insanı anlatır. Kamışlıktan kopartılan ney, içindeki boğumlar nedeniyle ses vermeyeceğinden kızgın bir demir ile içi yakılarak temizlenir.
Aşk ateşi de aynı neyi açan kızgın demir misali, insanın nefsindeki perdeleri bir anda yakıp yok eder. Böylece nefes sadâya açılan delikler ile nağmeye dönüşür.
Kur’an’ın ilk ayetinin “Oku!” hitabıyla başlamasını hatırlatarak Mevlânâ da Mesnevî’sine Farsça “Bişnev” yani “Dinle!” kelimesiyle başlar ki ney gibi nefsinin perdelerinden temizlenmiş bir kâmilin ağzından dinle anlamına gelir.
Ney kendi hevesiyle söylemez, neyzenin nefesine tercüman olur. Kâmil insan da nefsinin tesirine değil Allah kelâmına, ilhamına uyar. Yani mecazi mânâda insana ruh zarafetini bahşeden ney değil neyzendir.
“Güzel sesi dinlemek âşıklara gıdadır. Çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır.” Mesnevî’de tarif edilen bu “güzel ses”ten maksat nedir? Biz, “güzel sesi” mi kaybettik yoksa onu duymayacak kadar mı sağırlaştık?
Dinlenmeye teşvik edilen musikî, yani “güzel ses” bir anlamda “güzel dinlemeye” davettir. Semâ, yani musikî dinleme konusunda (İslam tarihindeki önemli tartışmalara da cevap olarak) Mevlânâ Hazretleri semânın sadece âşıklara helal ve onların ruhlarına gıda, tevhide vesile olduğunu söylemiş.
A’raf suresinin 172 ayetinde “Elestü bi Rabbiküm”, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına; “Belâ”, “Evet” cevabını veren ruhlarımızın dünya hayatında gördükleri işittikleri her güzellikte bu ruh halini hatırladıklarına inanılır. Bu anlamda musikî de verilen sözü Allah ile yapılan ahdi hatırlatır. Bu ahdi hatırlatan her musikî güzeldir, unutturan her ses ise çirkindir.
Kaybolanın aslında bizim dinlemekteki güzelliğimiz olduğunun altını, Hazreti Mevlânâ’nın kuyumcu çekiçlerinin ahenginde zikri duyarak sema edişi çizer.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 200 yıldır Batılılaşıyor, giderek modernleşiyoruz. Batılılaşma travmamız müzikle tedavi edilebilir mi?
Batılılaşma sürecinde, kendi kültürel mirasımızla sadece yabancılara enteresan geliyor diye ilgilendik. Kültürümüzü turistik eşya olarak gördük. İdealize edilen Batı kültürü de Osmanlı mirası da bugün gerçek dışı birer hayaldir. Batı, doğu, çağdaş, evrensel, ulusal, medeniyet, din, kültür konusunda toplumun her kesiminin ayrı bir anlayışı ve ideali oluşu bir kavram kargaşasına neden olmakta.
Toplumun çimentosu olan zevkler, dil ve müzikteki ortak paydalar, siyasi tercihler ve zorlama değişimlerle maalesef unutturuldu. Türkiye’nin tarihi ile barışabilmesi için geçmiş ve gelecek arasında köprü olan müziğine ihtiyacı olduğuna inanıyorum. “Kitlesel Alzheimer” olarak adlandırabileceğim kimlik ve hafıza kaybına müzik tedavi aracı olabilir.
Klasik Türk müziğine ilgi duyan gençlerin sayısının günümüzde artıyor olması, kültürel bir gelişmenin işareti mi yoksa gelenekselin/taklidin yükselişi midir?
Sadece Türkiye’de değil, başta Yunanistan, tüm Akdeniz ve İslam ülkelerinde makam müziğine büyük bir ilgi var. Bence Türkiye’de bu bir gelişme değil bir değişimin sonucudur, şimdilik taklittir.
Geleneksel sanat eğitimi hattatların meşk dediği usulle yapılırdı yani ustanın yaptığını talebe aynen yapabilene kadar kopyalardı. Bu nedenle yaşanan meşkin yani taklit döneminin gelecekteki yükselme için gerekli olduğuna inanıyorum.
Global kültürün taklitlerinin yarıştığı ve genellikle pop müziğin dinlendiği Türkiye’de müziğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ben sanatkârları hangi çiçeğe konarsa onun balını üreten arılara benzetirim. Müzisyenlerimiz de edebiyat, tarih, tasavvuf ve tarihi musikîmizden beslenmedikçe ne kadar maharetli olurlarsa olsunlar mânâlı olamazlar.
Eskiden avam ve havas diye ayrılan iki kültür dünyası vardı. Tarihi mirasımızın bugüne ulaştırılamayan kısmı şehirli yani havas kültürüdür. Şehirlileşmeye çalışan köy ve kasaba göçmenlerinin her şeyi anlamsızca ve ivedilikle karıştırmasıyla yeni bir kültür oluştu. Bugün sanatlarımız da ister istemez bu zevksiz kargaşanın etkisindeler.
Bağlama ile Mozart çalmak, neyi flüt veya kaval gibi çalmak, fasıl musikîsini kilise korosuna benzetmek, opera tekniğiyle şarkı türkü söyletmek, senfoni orkestrasına ilahi okutmak, çok sesli Mevlânâ ilahisi bestelemek gibi çalışmalar gelişme değil gülünç bir yozlaşmadan başka bir şey değildir.
Geleceği temin etmek için bence ivedilikle her şeyi kendi estetiğine özgün şekline iade etmek gerekmektedir. Musikî medeniyetin aynasıdır, medeniyet olmadan aynaya bir şey aksetmesi zordur.
Müzik tanımınız nedir?
Anlatmaya kelimelerin yetmediği hisleri ifade edebilen ahenkli sesler.
Enstrüman bir medeniyeti temsil eder mi?
Medeniyeti temsil eden müziktir, enstrüman ise onun estetiğini yansıtan bir araçtır. Ney ve tambur bu estetiğe en uygunudur.
Yalnız kaldığınızda dinlemek isteyeceğiniz üç eser ne olurdu?
Buhurîzâde Mustafa Itrî’nin Nevâ Kârı, Abdülkadir Meragî’nin Acem Kârı ve Hamparsum Limoncuya’nın Hisâr Bûselîk makâmında bestelediği Enderunlu Vasif’in “Kim olur zor ile maksûduna reh-yâb-ı zafer” şiiri.
Türk ve dünya müziğinde “mutlaka dinleyin” dediğiniz üç isim nedir?
Hind fülutu bansuri üstadı Hariprasad Chaurasia, Bora Uymaz, Fazıl Say.
İslam medeniyetinin zirve müzisyeni kimdir?
Hammamîzâde İsmail Dede.