
Öyle insanlar var ki, yanlarında-yörelerinde bulunmak; O’nların sohbetlerini, nasihatlerini dinlemek büyük bir lütuf... Bu insanların ömrünü Allah sevgisine, hizmete adayan güzel insanlarla halleşen hayat tarzları, belki de biz gençlerin bu çağda en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri. Zira sanal gerçeklikle avutulduğumuz bu zamanda, gerçek hikâyelere; hatıralara ihtiyacımız var. Bu anlamda çok özel bir söyleşimiz var: İki güzel insan, iki güzel büyük, iki güzel eş... Mehmet Haydaroğlu Amcamız ve Mürşide Haydaroğlu Teyzemizle konuştuk. Mehmet Amcamız biraz rahatsız, bizlerden dua bekliyor... Bu insanlar fani dünyanın son demlerinde, yarım asra yakın evlilikleri; duruşları, hizmetleri ve halen taptaze fikirleriyle mükemmel bir örnek bizler için. Buyurun okumaya...
Efendim, öncelikle sizden bahsetsek; mesela kaç yaşındasınız? Nerede doğdunuz?
75 yaşındayız, 80’e doğru gidiyoruz. Mehmet Amcanız da 80’in üstünde. Konyalıyım. Burdur/Kaşoba kazasında doğmuşum. Babam orada mal müdürüymüş. Biz 6 kardeşiz. Mehmet Bey yüksek ticaret okumuş. Bendeniz edebiyat fakültesi tarih bölümünü okudum. Sağ olsun Sabahattin Zaim Beyefendi vesile oldu. Beni tarih okumaya sevk etti; zira başka bölüm okusam çalışamayacaktım, babam müsaade etmezdi. O günkü puanımla tıp fakültesine girebiliyordum. Şimdi hayret ediyorum. Ne dershaneye gitmiştik, ne özel ders almıştık. Ama dersi derste öğrenirdik efendim. Hocanın öğrettiği fiziği, kimyayı iyi bir öğrenci olarak iyi dinler, iyi anlardık. Devamsızlığım hiç olmazdı.
1944’te Tefenni’den ayrıldık, Seydişehir’e geldik. Ve daha sonraki hayatımız Van, Bitlis ve Adana’da geçti. Adana’ya gelince Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi ile karşılaşmışız. O’nunla şeref bulduk...
Mehmet Amcamızın hikâyesi de çok özel... Biraz O’nu dinlemiş olsak sizden? Mesela nasıl evlendiniz?
Mehmet Bey’in dedesi Ali Haydaroğlu Beyefendi. Babası Ömer Efendi. Annesi Fatma Şeküra Hanım. Bunlar Haydaroğlu ailesi. Biz de Ebu Said Muhammed Hadimi’nin soyundan gelen Hadimiye ailesiyiz. 11 Aralık 1977’de Mehmet Bey ile Sami Efendi’nin duasıyla, nikahımız kıyıldı. Annem vefat etmişti, o sıra ben evlendim. Sami Efendimiz Hacı annenize dua etti. Bu bizi şereflendirdi.
42 Sene Boyunca Hiç Kavga Etmedik
Mehmet Amcamız nasıldır, bunca yıldır nasıl anlaştınız, nasıl bir ortamda yaşadınız?
Hiç kavga etmedik. 41-42 sene oluyor. Hayatımız hep birbirimize saygı ile geçti. Sevgi var, saygı var, bir de sadakat vardı. Benim hayatımda en zor şey mesleğimden ayrılmaktı. Bu hususta da “Benden önce evden çıkamazsın, benden sonrada eve giremezsin” dedi Mehmet Amcanız. Çünkü Maltepe’de çalışıyordum, eve gidiş-gelişim çok vakit alıyordu. Tabii ki ben Mehmet Bey’in sözünü emir olarak kabul ettim.
Bu arada büyüklerimize hizmet ettik hep: Hacı Ömer babaya, Hacı Şeküre anneye... Hep birlikte, beraber yaşadık.
Açlıktan Postallarını Yemişler
Eskilere dair birçok hatıranız vardır... Ama O’nlardan nakille, unutamadığınız bir anı var mı?
Mehmet Bey’in dedesi Ali Haydar Efendi 1912’de Libya’ya gidiyor. Kardeşi orada yüksek bir memur o sıra. Hem O’nu ziyaret edecek hem de askerde savaşacak... O zamanlar İtalyanlar Libya’da savaşa giriyor. Osmanlı “İlmiye sınıfı ve Mevlana Hazretlerinin türbesi çevresinde yaşayanlar askere alınmayacak” şeklinde bir karar almış. Fakat dedesi diyor ki “Benim vatanım istila içindeyken ben askerlikten vazgeçmem.” Ve Trablusgarp’a gidiyor. Eve dönüşü tam sekiz sene sekiz ay sürüyor. Ardından Çanakkale’ye geliyor 1915’te. Sonra Kuttul Amare’de savaşıyor. İngilizler çok fazla zulmediyorlar. O kadar açlık çekiyorlar ki eskimiş, atılacak postalı tencerede pişirip: “Nerede ondaki tat” diyorlarmış. Postalı severek yiyorlarmış... İngilizler, bunları bir yonca tarlasının içinde çevirmiş. Açlıktan yoncayı yiyenler de “dizanteri” olup ölüyormuş. Malum İngilizler Kutt’ul Amare’nin gizlenmesini istemişler. Bu sebeple muzaffer olduğumuz bir savaş mağlup olunmuş gibi gösterilmiş. Aslı bambaşka tabii...
Çok güzel oldu bu hatıraları dinlemek. Peki hiç çocuğunuz oldu mu?
Oldu da yaşamadı evladım.
Açmayalım o konuyu o zaman...
Mehmet Bey bu durumdan “razıyım” dedi. Hatta ben evlenmesini bile söyledim. “Hayır” dedi. O “ben razıyım” desin, “ben de razıyım.” Allah bizim kalbimize muhabbet vermiş. Biz tasavvufla çok fetihler yaptık. Tasavvuf hayatımızın en büyük düsturu oldu. Bize hayat verdi. Hayat ise bize nefsani duygular verdi sadece. Biz de çocuğumuz olsun isterdik. Ama çok insan evlendirdik, talebe yetiştirdik. Mehmet Bey sohbetlerde, ben okullarda...
Ailenin Kurtuluşu Kadının Evine Dönmesidir
Bugün ailenin kurtuluşu kadının eve dönmesidir. Annem her akşam bizi sevgiyle, muhabbetle kucakladı. Babam her akşam bize helal rızık getirdi, sohbet yaptı. O yıllarda “Allah” diyen mahkum oluyordu evladım. Ticani diyorlardı, yobaz diyorlardı, irtica hortladı diyorlardı. Biz sabah namazını babamın arkasında kılardık. Sami Efendimize intisap ettikten sonra akşam namazını cemaat olup kılardık. Ben namaz dualarını hep babamın arkasında öğrendim. Kendisi medrese mezunu bir zât... O zamanlar Ömer Kirazoğlu Bey’in öncülüğünde “İslam Nuru” diye bir mecmua çıkardı. Biz de oradan “veliler tezkiresi” okurduk.
“Kadının kurtuluşu evine dönmesidir” şeklinde bir ifade kullandınız. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Hayatımın en ibretlik levhası çalıştığım bir ortaokuldu. Orada Stalin’ci bir öğretmen kadrosu vardı: Kadınlar evlenmek için can atıyorlar ama bir taraftan da aileye dair hiçbir bilgileri yok. Maalesef kadınlık vasfını yitirmişler... Aldıkları maaşla bir çizme alıyorlar sadece. Bir maaşlarını çizmeye veren öğretmenler... Efendim, analık fedakarlık ister. Aslında en başta evlilik fedakarlık ister. Bizim annelerimiz çok fedakarlardı. Biz çarşıdan çok şey satın almazdık. Evlerimiz bir anlamda üretim yerleriydi. Her şeyimiz evde hazırlanırdı. Ayrıca eşlere surat edilmezdi. Yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirirdik. Kadın dışarıda çok şey kaybediyor. İlk önce kadınlığını kaybediyor.
Nasıl kaybediyor?
Çünkü kendisini paraya endeksliyor. “Benim param şu kadar” diyor. Kendinde parayla güç oluşturmaya çalışıyor. Bir süre sonra bağımlı hale geliyor.
Feminist Bir Eğitim Gördük Ama Feministliğe Özenmedik
Bu gelenekten koptuğumuz için olabilir mi?
Bilmiyorum. Biz ailenin bir ferdi olarak ailemize fedakarlık yapmak için özveri içinde çalıştık. Ve onurluyduk da. Anlatabiliyor muyum? Mesela bugün kadınlar “benim param yok” dediği zaman hiç utanmıyor. Bizim annelerimizin dillerinde “yok” kelimesi yoktu ki. Memur hanımları kendini varlıklı göstermeye çalışırdı. Tasavvufun getirdiği bir kanat zenginliği vardı Anadolu’da. Ve kadınlar eşlerine hürmet ederlerdi. Bu hürmeti kaybettik evladım. Bu zât-ı muhterem Mehmet Amcanız izin vermediği için Eyüp’ten çağırdılar beni gel dua oku diye, “Ben Mehmet Bey’den izin alamadım, duam kabul olmaz” dedim ve gitmedim. Acaba biz mi çok böndük? Aptal mıydık? Böyle bir saf inancın içindeydik. Dualarımızın kabul olması için ana-baba rızası, eşin rızası gerekir. Çünkü eş Allah’ın verdiği bir muhabbettir. Biz feminist bir eğitim gördük ama Allah’a şükür feministliğe özenmedik. Bunun için şükrediyorum. Bu da evde aldığım tasavvuf terbiyesi ile oldu. Erkeğe körü körüne itaat olarak değil bu, erkeğin sorumluluklarını sırtlanan bir büyük gibi gördüm eş olmayı.
Gerçekten çok istifadeli oldu bu söyledikleriniz. “Çok fazla evliliğe vesile olduk” demiştiniz. Peki siz evlenecek olanlara ne diyorsunuz veya nasıl bir tavsiyede bulunuyorsunuz?
Efendim birincisi sevgi tabii. Nikah bir muhabbettir. Bunu Musa Topbaş ve Osman Nuri Topbaş Efendilerin sohbetinden öğrendim. Çünkü Allah’ın nikaha vermiş olduğu muhabbet yeryüzünde bir lütuftur. Hazreti Adem yalnızlığını Hazreti Havva ile unuttu. Burada muhabbetin devam ettirilebilmesi için erkeğin de arif olması lazım. Çünkü kadın sevgi ve şefkate muhtaçtır. Kadın hislidir. Ama erkek güçlüdür. Erkek her şeyini anlatamaz. Kadının da arif olması lazım. Kadının da sohbete gitmesi lazım.
Musa Efendiden dinlediğim bir nasihatte, kendilerine gelen “Kızım üniversite okumak istiyor, nereyi tavsiye edersiniz?” sorusuna mübarek şöyle dedi: “Hizmet edeceği bölümleri seçsin.” Nedir hizmet edeceği bölümler? Sağlık, maarif... Buralarda hizmet edebilir. Sevgi ve muhabbet parayla kazanılmaz evladım. Ruh zenginliği çok başkadır.
Erkeğin Namusu Kadından Kadının Namusu Erkekten Sorulur
Kadının erkeğe ve erkeğin kadına sadakat göstermesi şart. Mehmet Amcanız iş için Irak’a sık sık giderdi. Bana derlerdi ki: “Orada kesin bir Arap kadın almıştır.” “Hayır almaz” derdim. “Niçin?” derlerdi. Çünkü “ben ondan eminim” derdim. Böyle birbirimize itimat telkin edebilmemiz lazım. Bazı kadın da şöyle der: “Aman canım, ne yaparsa yapsın.” Olmaz... Erkeğin namusu kadından, kadının namusu erkekten sorulur.
“Hanımını Zenginlerin Evine Pek Götürme”
Tasavvufu nasıl anlamalıyız size göre?
Benim hayatıma en çok tesir eden şey Sami Efendimizin Musâhabe’leri oldu. Musâhabe’lerde sık sık okuduğum şuydu: “Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.” Bugün maalesef bir açgözlülük yaşıyoruz. Öyle bir açgözlülük yaşıyoruz ki her şeyimiz olsun istiyoruz. Fahri Sarrafoğlu’nun kulakları çınlasın, Musa Efendiye evlilik davetiyesi götürdüğü zaman O’na çok güzel bir nasihatte bulunmuş. Musa Efendi O‘na, “Hanımını zenginlerin evine pek götürme” demiş.
Allah razı olsun. Gerçekten büyük dersler var bu dediklerinizde. Şunu da sorsak: Sizi çok etkileyen bir hatıranız var mı?
Suadiye Lisesi’ne ahlak dersleri öğretmenliği konmuştu. O sene ben gidiyordum ücretli öğretmen olarak. 8. sınıfların dersine girdim. Anlatacağım konu da Hz. Adem’in, yani insanın yaratılışı. Ben anlatmaya başlıyorum ama en başta kızlar itiraz ediyor. Darwin teorisi kafalarına öyle bir işlemiş ki “Biz maymunun evrimleşmesini televizyonda seyrettik. Sizin dediklerinize inanmıyoruz” dediler. Ben bunlarla başa çıkamayacağımı anladım o an. Sonra “Gelin size şiir okuyayım” dedim. O zamanlar edebiyata merakımız var; Yahya Kemal’i, Arif Nihat Asya’yı Mehmet Akif’i ve birçok şairi okuyoruz. Bu sefer diğer sınıfların çocukları kapıda beni beklemeye başladılar. “Hocam ne zaman bize şiir okuyacaksın?” diye. Bakın şiire bir muhabbetleri var ama Adem’den geldiklerine inanmıyorlar. Çocukların ruhları aslında tertemiz. Ama kafaları o kadar yıkanmış ki...
“Muhammed Kur’an’ı Kendi Yazdı” Diyen Din Hocaları Vardı
O zamanlarda birçok zorluk yaşadınız... Öğretmenliğiniz esnasında nasıl bir ortam vardı okullarda?
Maltepe Gülsuyu okulunda görevliyken şahit oldum, resmen militan yetiştiriliyordu okulda. O dönemki coğrafya öğretmeni ile aynı okuldan mezunduk. Bana “Hocam biliyor musunuz, bizim derslerimizi dinliyorlar” dedi. “Nasıl?” dedim. “Senin ve benim dersimi Gülüm dinliyor” dedi (Okulun hademesi). “Dinlerse dinlesin” dedim ben de. Yani okul yönetimi biz derslerde irtica faaliyeti yapıyor muyuz diye kontrol ettiriyormuş.
Bir gün okulda bir sınıfa sordum, “Din dersinde neler yapıyorsunuz, hocanız size neler anlatıyor?” diye. Ben de onlara ahlak derslerine giriyordum. “Hocam” dediler, “Hz. Muhammed demiyorlar, “Muhammed“ diyorlar sadece.” Denir mi yahu öyle? “Muhammed Kur’an’ı kendisi yazdı, Arap Muhammed, Kur’an çöle inmiş bir kitap” gibi sözler sarf ediyormuş din hocası. Kur’an ve Resulullah (s.a.v) aleyhinde çok küçük düşürücü sözler söyleyen bir din hocası... Düşünebiliyor musunuz?
“Konyalı Olduğum Bilinirse ‘İrticacı’ Derler”
Yine bir gün fen dersi hocası Ayten Hanım vardı, O’nunla konuşuyordum. Dedim ki “Hocam biz hemşeriyiz, Konyalıyız.” Ayten Hanım “Aman hocam, Konyalı olduğumu bir daha öğretmenler odasında söyleme” dedi. “Niye?” dedim. “Konyalı olduğumu söylersen herkes bana irticacı bir öğretmen gözüyle bakar” cevabını verdi.
Nedenini Biliyorsunuz: Konya İsyanı...
O zamanlar Mehmet Amcanız da bana derdi ki, yüksek ticarette okurken Mehmet Bey’lere “Konyalı Konyalı” diye takılırlarmış bazı çevreler. O utanmazmış tabii Konyalı olmaktan, “Elhamdülillah Konyalıyım” dermiş. Bazı insanlar ise maalesef utanırdı işte... Nedenini biliyorsunuz: Konya isyanı...
Sizin beraber olduğunuz, sohbetlerinde bulunduğunuz öyle güzel insanlar olmuş ki... O insanlardan bir hatıra nakleder misiniz?
Türkiye’nin Kurtuluşu Tasavvufta
Rahmetli Ayşe Şasa dostumuzdu, çok ibretlik bahisler anlatmıştı bize. Demişti ki “Ben doğdum, bebektim. Beni bir Alman Yahudi mürebbiyenin eline verdiler. Öyle biri ki; hiç acıması yok, çok sert... Babam ve annem bu insan beni büyütsün diye avuç dolusu para verdi. Yahudi “Ben çocuğa Almanca, Fransızca, İngilizce öğreteceğim ama siz bana asla karışmayacaksınız” demiş. Ayşe Hanım anlatıyor, “Taksim Gezi Parkı’ndayız. ‘Bana bir hareket yap’ dedi. O hareketi yapamadım. 7-8 yaşındayım... Beni öyle dövdü öyle dövdü ki, oradan koşarak Bebek’teki eve kadar durmadan geldim. -Taksim nerede, bebek nerede?..- Ağlaya ağlaya geldim. Ama anne ve babama halimi anlatamıyorum. Çünkü annem ve babam mürebbiyeye o kadar inanmış ki, O’nun verdiği eğitim ve öğretimi ne olursa olsun doğru buluyorlar.... Ruhum boşluk içinde. Şizofren biri olabilirdim ileride...” Ve ileride malumunuz ki tasavvuf terbiyesi alarak bu boşluğu dolduruyor.
Eski Türkiye’de eğitimci olmuş biri olarak ve bunca tecrübenizle, eğitim anlayışımızı nasıl görüyorsunuz?
Bakın bugün en başta eğitim sistemimizin yerli ve milli olması lazım. Ama biz ne yapıyoruz? Pavlov’un köpeğini okuyoruz. Bir Rus denemesi. Ya sen benim İmam-ı Gazali’mi anlat, İmam-ı Azam’ımı, tasavvuf büyüğüm Mevlana Celaleddin-i Rumi’mi anlat değil mi? Edebiyatta anlatımlar öğrendik biliyorsunuz. Bu anlatım da en iyi anlatım Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinindir.
Bugün Türkiye’nin kurtuluşu tasavvuf, Suriye’nin ve Irak’ın batışı tasavvuftan uzak olması. Fakirin tespiti bu. Allah-u Teala yâr ve yardımcımız olsun.