
Uzun yıllar önce her yazarın muhakkak yaşadığı bir sınanmaya ve bu sınanmadan kalmamak için dikkat edilmesi gereken iki şeye dair, en başta kendime ders olmak üzere bir yazı kaleme almıştım. Biraz özetleyerek, paylaşıyorum.
Yazmak, fark edilmektir. Yazan kişi, istese de istemese de, bir gün muhakkak fark edilir. Fark edenler arasından, onu hayranlık derecesinde sevenler de çıkar, ölesiye düşman olanlar da. İster o tarafta olsun ister bu tarafta, onu fark eden herkes, ‘şöhret’ denen ağır yükü biraz daha ağırlaştırıp yazarın sırtına bırakır gider.
Şöhret fark edilmenin, fark edilme ise yazmanın kaçınılmaz bir sonucu olduğu için, şöhretin ve fark edilmenin korkusuyla yazmaktan uzak durmak, bir vazifeden kaçmaktır. Ama yazdıkça yazarın sırtında daha da ağırlaşan şöhret, bir büyük imtihandır.
Şöhret, yazara en başta kendi iç dünyasında bir büyük hesaplaşma yaşatır. Herkesin kullandığı kelimelerden herkesin kuramadığı cümleler oluşturan kendisi gibi birini göremiyorsa hele, “Ben oldum, ben erdim, ben başkayım” halet-i ruhiyesi dokuz şiddetinde benlik depremleri yaşatır ona iç dünyasında. Dışarıdan gelen övgü yüklü cümleler ise, bu ruh depreminin artçı sarsıntıları ve daha da yıkıcı tsunamisi gibidir.
Dahası, bu deprem bir kere olup bitmez. Yazar, yazdıkça, bir aktif fay hattı üzerinde durmakta; yazmaktan kaçınma durumunda ise, Allah’ın verdiğini kuldan sakındığı için zaten mes’ul olmaktadır.
Bir maneviyat zemininden beslendiği halde yazmakla gelen bu âfetlerden uzak durabilmenin, iki şeyi beraberce başarmakla mümkün olacağını öğretmiştir hayat bana. Bu iki şeyden ilki, hayatıyla hayatımıza rehberlik edecek bir büyük üstad bulmak; ikincisi ise, yaşça veya ilimce kendimizden küçük olanlarla istişare edebilmektir.
Gördüklerim ve okuduklarım, maneviyat zemininde yol alabilen büyük yazarların muhakkak büyük üstadlar edindiklerini bana öğretiyor. Üstad derken, ille de yaşayan birinden; ve illâ da onun dizinin dibinden ayrılmamaktan, sözünden dışarı çıkmaktan söz ediyor değilim. Yunus’un Tapduk Emre ile, Mevlânâ’nın önce babası, sonra Şems ile bu mânâdaki beraberliği göz ardı edilir durumda değil gerçi. Ama yanı başında bir üstad bulamayıp, asırlar öncesinden üstadlar edinen isimler de az değil. ‘Üveysîlik’ denilen sır da buna bakıyor zaten.
Sözün kısası, istidad sahibi yazar, büyük üstadlar, mürşidler edinebildiği ölçüde kendi kemal yolculuğunda yalpalamadan, salimen ilerleyebiliyor.
Üstelik bu, aksi yönde örneklerle de sağlaması yapılmış bir vâkıa ne yazık ki... Ciddi bir istidad taşıyorken, kendisini kendine üstad edinerek yarı yolda kalan, yarı yolda kayan, yarı yoldan dönen nicelerine de rastlıyor insan. Bizim geçtiğimiz yoldan bizden önce geçmiş birinin rehberliği bize kalb, akıl ve yol selameti sağlarken, mürşidsizliğin faturası maalesef ağır oluyor.
Fark edilmeyle birlikte ağırlaşan ‘farklılığını fark etme’ hali bizi bir büyüğün yol göstericiliğinden çekip aldığı gibi, küçüklerle istişareden de uzak tutuyor bizi. İstişare Allah’ın emri olduğu halde hem de… ‘Olduğumuz ve erdiğimiz’ için, yaşça veya ilimce kendimizden küçük gördüklerimizden öğreneceğimiz bir şey olabileceği ihtimaline -belki de farkına varmaksızın- kapatıyoruz zihnimizi. Ve zamanla, sözde fikir alışverişi suretinde başlayan beraberlikler, bize göre, ‘onlar için alış, bizim için veriş’ olup çıkıveriyor. Çok şey öğrenmesi gerekenlerin karşısında, her şeyi bilen adamın monologu.
Halbuki, bırakalım bilgice ve ahlâkça onlardan ‘aldıklarımız’ı, gerek büyük üstadlardan istifade, gerek küçük kardeşlerimizle istişare çabası içerisinde en başta bir nefis terbiyesi yaşıyoruz. “Sen oldun, sen erdin, sen başardın” diyen nefsimize, olmanın ve ermenin tek kişilik bir eylem olmadığını; başkalarını ‘alıcı’ değil, ‘verici’ olarak da hayatlarımıza katabildiğimiz oranda olabildiğimizi ve erebildiğimizi söylemiş oluyoruz.
Sözün kısası, insan hayatıyla hayatına rehberlik edecek bir rehber bulabildiği, ama aynı zamanda yaşça veya ilimce kendisinden küçük gördükleriyle istişare edebildiği ölçüde büyüyor, olgunlaşıyor.
Bu, yazarın da imtihanı...