Tasavvuf profesörü ve taze Endonezya Büyükelçimiz Mahmud Erol Kılıç Hocamızın çok hareketli ve zengin gençlik hatıraları var. Hem yaşadığı mekanlar hem gençliğini geçirdiği yıllar hem de ilgi alanları ve bürokratik görevleri nedeniyle ortaya çıkan tanıklıklar, eşsiz birer anı olarak geri dönmüş. Biz de sohbetimizde bu anıların dünyasında biraz dolaşarak heybemizi doldurmak istedik.
Hocam bu söyleşimizde arzu ederseniz sizin kişisel hikayenize, hatıralarınıza odaklanmak istiyorum. Bir asırdır İstanbul Fatih’te yaşayan şehirli bir ailede dünyaya geliyorsunuz. Çocukluğunuz ve ilk eğitim yıllarınız hep Fatih çevresinde geçmiş. Şimdi geriye dönüp baktığınızda o yıllara dair neler hatırlıyorsunuz?
Benim çocukluğum İstanbul’un tam anlamıyla merkezinde, Suriçi’nde geçti. Atmosfer ve çevre itibariyle şehir ama bir köy hayatının tüm zenginliği de vardı. Mesela ben 12-13 yaşlarımda Fatih’te, Akdeniz Caddesi üzerinde ata binerdim. Şimdiki şehirli çocukların böyle imkanları yok ne yazık ki. Ramazan ve Kurban bayramlarında atçılar gelirdi, at yarışları yapılırdı. Bâli Paşa Camii’nden aşağıya doğru Vatan Caddesi’ne kadar hiçbir ev yoktu neredeyse. Bahsettiğim yıllar 1970’ler... Bostanlıktı ve biz o bostanlıktaki boş arsalarda top oynardık, incir ağaçlarından incir toplardık.
Ben görmedim ama eskiler derlerdi ki, 1930’larda Vatan Caddesi denilen yerde aslında Bayrampaşa deresi akarmış. Yenikapı’dan denize dökülürmüş. Zamanla kurumuş o dere. Keşke zamanında sahip çıkılsaymış, nehir gibi aksaymış, üzerine köprüler yapılsaymış. Venedik’e gitmeye gerek kalır mıydı? Şehrimizin içinden nehir akardı ama koruyamadık.
Çocukluğunuzun geçtiği ev ortamı nasıldı? Geniş aile miydi mesela?
Önce bahçeli ve iki katlı bir evde yaşanıyor. Daha sonra 60’lı yıllarda apartman modasıyla beraber yerine apartman dikiliyor. Çocukluğumda yine de ara ara iki katlı evler bulunduğunu hatırlarım. Onlar da yıkılmak suretiyle bitişik nizam denilen bir sistemle birbirine bitişik apartmanlar yapıldı.
Doğduğum esnada ailem geniş aileydi. Dede, babaanne, baba, anne, amca, yenge, halalar ve eniştelerle bütün kardeşler hep bir arada. Benim çocukluğum apartmanlı yıllara denk geliyor. 80’ler diye bir dizi var ya, bizim ilk gençlik yıllarımız aynı o dizideki gibiydi. Apartman dediğimde de bugünkü gibi kuru komşuluk ilişkilerini, site hayatını anlamayın tabii ki. Apartmanda her dairenin kapısı açıktı. Kim kiracı, kim ev sahibi pek anlaşılmazdı. Çocuk olarak biz istediğimiz kapıyı açıp içeri dalardık. Mutfakta ne varsa alır yerdik. Hiçbir teyze de bize “Ne yapıyorsunuz?” demezdi. Çünkü hepsi bizim evimizdi.
Sizde muhacirlik var mı efendim?
Biz baba tarafı itibariyle Kosova muhaciri sayılırız. Ama ilk gelenlerden, daha sonra gelenlerden değil. 1919’larda gelmişler. Dedem, amcam, büyük halam orada doğmuş ama babam ve ondan küçük halam İstanbul’da doğmuşlar. Ruhları şâd olsun şimdi hepsi göçtüler.
Balkan muhacirlerinin göç hikayeleri son derece trajiktir. Dedemin dedesi memlekette, İvranya’da dergahı olan bir şeyh efendi imiş. Kafirler tarafından dergahın meydanında dibek taşında kafası taşla ezilmek suretiyle şehit edilmiş. Babaannemim üst dudağında kırmızı, gül gibi bir iz vardı. Hep sorardım “Nasıl oldu bu?” diye. “Hadi oradan!” derdi, izahat vermezdi. Sonradan öğrendim ki daha 5-6 yaşındayken Sırplar aradıkları bir Müslüman subayın yerini, ki dedem onu samanlıkta saklıyormuş, söylemesi için ağzına ateş basmışlar. O söylememiş ama onlar her tarafı didik didik ederek bulmuşlar. Hem o subayı hem de sakladığı ithamıyla dedemizi şehit etmişler. Bunun üzerine aile hicret yoluna düşüyor. Önce Priştine’den Gilan’a giden yol üzerindeki Lipjan’a, daha sonra oraya da Sırplar gelince kağnı arabalarıyla Payitaht’a doğru yollara düşüyorlar. Bin bir zorluklarla İstanbul’a geliyorlar. Yolda ölenler oluyor. Babamın halası mesela. Yol üstünde bir yerlere gömüyorlar. Her şeylerini orada bırakmışlar. Amcamın elinde 40 dönüm arazi tapusu vardı. Sultan tuğralı. Hepsi gasbedildi. Diğer dedem ise Kırcaali, Cebel’den. Annem Bursa’da doğmuş. Şu an 85 yaşında ve Allah hayırlı ömürler versin, o kuşaktan kalan en son büyüğümüz. Bizler de böyle bir ailede, İstanbul’da dünyaya gelmişiz efendim.
Hikayeler bir tarafıyla çok hüzün yüklü ama merak ettim doğrusu, bunlar kısmen de olsa size anlatılırken intikam duygusu verilmek istenir miydi?
İlginçtir intikam duygusuyla hiç yetiştirilmedik. Rahmetli amcam ve dedemin kardeşi (ikisi de aynı yaştaydılar) ailemizin en büyükleriydiler. Onlara sorduğumuz zaman, mesela “Amca nasıl oldu anlatsana, dedemi nasıl öldürdüler?” diye sorunca, “Hadi oradan, gidin dersinizi çalışın.” derdi. Anlatmak istemezlerdi. Aslında rahmet dini Müslümanlığın onlar üzerindeki bir tecellisi bu. Karşılaştığım değişik kültürlerde bunun tam tersinin yapıldığını gördüm. Acılar evlatlara bilerek aktarılır, “Gel dedeni nasıl haince öldürdüklerini sana anlatayım, büyüyünce sen de git intikamını al.” gibi bir nevi özel yetiştirme kültürü vardır. Mesela Sırplar’da, Yahudiler’de böyle bir kültür var. Srebrenitsa katliamı, Kosova katliamı bu duyguların sonucudur. Müslümanlarda çoğunlukla geçmişte yaşanan bazı olumsuzluklara karşı intikam duygusu yoktur. Tüm Müslüman kültürler için söylüyorum bunu. Arapça’da “Hadese ma’llezi hadese” diye bir söz vardır. Olan olmuştur zaten. Bu yüzden “Dikiz aynasına değil, önüne bak”. Hayat dikiz aynasına bakarak sürdürülmez. Geçmişten ders al ama önüne bak. Bize büyükler hep bunu söylediler. Dedelerimin trajik hayat hikayeleriyle ilgili ağızlarından kerpetenle laf alırdık.
Okul hayatınız nasıl geçti?
Ben erkek lisesinde okudum. Vefa Erkek Lisesi idi o zamanlar, hiç kız öğrenci alınmazdı. Askeri disiplinle eğitildik. Orta okulda bir matematik hocamız vardı. “Komando” derlerdi adama. Şimdiki öğrencilere bakıyorum, bizim o gün hocalarımıza karşı gösterdiğimiz saygı ve edebin çok azı kalmış. Biz hocalarımızın önünde el pençe divan dururduk. Bunu kaybettik. Öğretmene, yaşlıya, büyüğe olan saygıyı... Bunlar çok önemli, değerler sistemizin en kıymetli parçalarıdır. Bugün Azerbaycan’a, Türkmenistan’a, Özbekistan’a, Orta Asya’ya, İran’a gidin şaşırırsınız. Bir muallim, -profesör falan değil lise öğretmeni- gelince herkes ayağa kalkıyor. O oturuncaya kadar bekliyor, o oturuyor, ondan sonra herkes oturuyor. İlme olan hürmeti, saygıyı gösteriyor bu işte.
Şahsına değil de ilim makamına karşı bir saygı aslında.
Elbette. Bunlar tabii güzel şeyler. Maalesef biz bu değerler sistemimizden uzaklaştık. Teknik gelişmelere odaklandık ama değerleri ihmal eder hale geldik.
Lise yıllarınızı tabiri caizse kendiniz için mümbit bir ortama dönüştürmüşsünüz. Mesela arkadaşlarınızla birilikte Arapça eğitimi almak için özel bir hoca arayışına girmişsiniz. Milli Türk Talebe Birliği’nde karete dersleri almışsınız. Bir taraftan çok hareketli, diğer bir taraftan da kendinizi geliştirecek pek çok şeyin peşindesiniz. Nasıl anlatırsınız o dönemleri?
Orta üç talebesi iken, yani 70’lerin başı, bir gün cuma namazından çıktım okula doğru gidiyorum. Yaşım 15-16 civarı. Yaşları 20 civarı olan bir gurup yolumu kestiler. “Camide ne yapıyordunuz?” diye sordular. Ben de “Namaz kıldık işte...” der demez birisinin çok şiddetli yumruğu yüzümde patladı, sonrasını hatırlamıyorum. Üstüme çullanarak tekme tokat bayağı bir dövdüler. Üstüm başım, gömleğim kan revan oldu. Gözlerimi yediğim yumruklardan açamaz oldum. Meğer camide toplantı yaptığımızı düşünmüşler. O dönemki siyasi yelpazede sol görüşteki arkadaşlar bu şekilde muamelede bulundular. Oysaki ben inanır mısınız o dayağı yiyinceye kadar sadece cuma namazına giden, basit bir talebeydim. Öyle uç noktada birisi değildim. Ama ben şimdi Allah razı olsun diyorum o dayağa. Her şeyde bir hayır vardır ya. Çünkü her ne oluyorsa sizin içindir. O dayağa ihtiyacım varmış demek ki. Sonraki ilmi, fikri, siyasi çizgimin belirginleşmesinde o dayağın ilk hareket ettirici gücünü hep hissetmişimdir. Beni kamçıladı, bir şeyler yapmam gerekliliğini bana hatırlattı.
Tabii bu arada bana saldıran o grubun lideri ve yaşça da benden büyük olan kişi yıllar sonra çok sansasyonel bir olaya da imza attı. Hakkı Kolku adındaki Tikko militanı bu kişi eski başbakanlardan Nihat Erim’i öldürdü. Sonra Kadıköy’de bir hücre evinde polisle girdiği çatışmada öldürüldü. İlk denemelerini benim üzerimde yapmış demek ki. O dönem için ben kimseyi suçlayamıyorum. Birkaç hain hariç ki o hainler de genelde gençlerden değil daha yaşlılardan oluyor. Benim yaşım 14 ise onun yaşı 20. Neresi hain olacak ki? Onlar da kendilerine göre eşit gelir dağılımı isteyen gençlerdi yani. Ama öyle bir ideolojiye bağlanmışlar ki birilerinin maşası olduklarının farkına varamıyorlar.
Ne yaptınız peki?
Biz o zamanlar şöyle düşündük: Müslüman bir genç şu şu donanımlarda olması lazım dedik. Önce hep dayak yemekle olmuyor, biraz da nefsi müdafaa yapmak gerekiyor dedik ve savunma sporlarına kaydolalım dedik. O zaman Milli Türk Talebe Birliği var Cağaloğlu’nda, alt katında spor salonu var. Orada da Atilla ve Şenel hocalar diye ikisi de sahasında iyi yetişmiş siyah kuşak üçüncü, dördüncü dalda hocalar vardı. Gittik o kursa kaydolduk.
Başka bir kararımız şuydu, iyi bir Müslümanın iyi daktilo kullanması gerekir. O zamanlar bilgisayar yok, daktilo var. 16-17 yaşında çocukların aldığı karara bak. Gittik Laleli’de, Şampiyon Daktilo Kursu vardı oraya kaydolduk. 10 parmak yazma kursu. Ondan sonra çok iyi İngilizce bilmemiz lazım dedik, gittik İngiliz Kültür Derneği’ne kaydolduk Nişantaşı’nda. Sonra Arapça bilmemiz lazım dedik. Hepimiz Fatih civarı çocuklarıyız, lisemiz de Vefa Lisesi. Fatih Çarşamba mollaların bol olduğu bir semttir biliyorsunuz. Oradan Allah razı olsun klasik tarzda medrese Arapçası öğretecek bir hoca bulduk.
Hepsi eş zamanlı mı oluyor?
Tabii aynı anda oluyor. Karate kursu akşamlarıydı. Bazısı Cumartesi Pazar oluyor ama yoğun şekilde. Eve biz yatmadan yatmaya giderdik. Ben üniversiteye girdiğim zaman birçok âlet ilmini bitirmiştim. Birlikte başladığımız arkadaşların bir kısmı devam edemedi ama ben hamdolsun bu saydıklarımın hepsini tamamladım.
Sonra üniversiteye başladınız.
Üniversite birinci sınıfa girdiğimde yine sağ-sol kavgaları vardı. Ben kenarda seyrediyordum bu çocuklar ne yapıyor diye. Oraya gelinceye kadar çok şeyler yaşamıştık. Şehit olan arkadaşlarımız da oldu şâhit olduğumuz pek çok üzücü hadiseler de. Sonra bazı fitneler zuhur etti. Akıncı-Ülkücü ayrımı sertleşti. Rahmetli Metin Yüksel hadisesi oldu, o hadiseyi bizzat görenlerdenim, oradaydım...
Tabii bu arada, zahiri ilimlerin yanısıra içimden gelen bazı özel ilgilerim de vardı. Allah dostlarının sohbetlerinde bulunmak gibi. Ta başından beri tasavvufa ilgi duyuyordum. Belki de genetik..
Tasavvufla erken yaşlarda ilgilenmenize rağmen neden ilahiyat değil de siyasal bilimler fakültesini tecih ettiniz?
Tasavvuf Fakültesi vardı da biz mi gitmedik? Her öğrenci gibi üniversite imtihanına giriyorsunuz. Tutturmaya çalışıyorsunuz belirli bir puanı. O puanların en üstünde en ideal girmek istediğiniz yer oluyor. Sonra aşağı doğru iniyorsunuz değil mi? Ben de birinci sıraya Tıp Fakültesi yazmıştım açık söyleyeyim. Tıbbı seviyordum ama o kavga döğüş ortamında ne hazırlık kursuna gidebildik, ne de doğru düzgün bir üniversite hazırlığı oldu. Ne biliyorsak oydu. Hasılı Tıbbı tutturamadık ama bir altını tutturduk. O da Siyasal Bilimler. Onun altında Edebiyat Fakültesi Felsefe ve onun da altında İlahiyat yazmıştım. Daha az puan alsaydım bunlar da tutabilirdi.
Sizin üniversite başlama yılınız 1980 değil mi efendim?
İki yıl kaybımdan sonra 1980’de Siyasal Bilgiler’e başladım. 12 Eylül’ün hareketli dönemleriydi. Tıp fakültesi kazansaydım doktor olacaktım ama tasavvuf yine bir yanımda duracaktı. Felsefeyi bitirseydim tasavvufla yine ilgilenecektim. Üniversiteyi kazanamasaydım belki bir yerde taksi şoförlüğü yapabilirdim ama yine tasavvufla ilgilenirdim diye düşünüyorum. O açıdan tasavvufu branşlardan bir branş ve ancak ilahiyat fakültesini kazanırsan ilgilenebilirsin yaklaşımına karşıyım. Tasavvuf bir dünya görüşüdür. Tasavvuf bir yoğurt yiyiş tarzıdır. O geldiği, yapıştığı zaman çıkmaz. Ve sen ne olursan ol, mesleğin ne olursa olsun o arka fon verir. Tasavvufi bir doktor olursun, tasavvufi bir siyasetçi olabilirsin, tasavvufi bir felsefeci olabilirsin. Tasavvufi bir sanatkar olabilirsin. Ben de öyle oldum.
Diyelim ki bizim bugün, 2019’un Türkiye’sinde, bir irfan yolculuğuna çıkma niyetimiz var. Tasavvufta derinleşmek istiyoruz fakat Davud-ı Kayseri gibi isimler yok. Bize Fususu’l-Hikem okutacak kimseler yok. Böyle bir medrese, tekke geleneğini de bulamıyoruz. Ne yapacağız?
Ağlamayana emzik verilmez bu bir. Sen Mevlana ol, Şems gelir seni bulur bu iki. Üçüncüsü de, tekke manevidir, semavidir, gökseldir. O tekkeye, o yoğurt yiyiş tarzına mensup olduğun anda intisabın başlamıştır. Önce olay maneviyatta cereyan ediyor derler. Yani sen Allah dostlarının yoğurt yiyiş tarzını beğenirsen, sen dini anlamada, hayatı anlamada, kendini anlamada bir Muhyiddin’e, bir Abdülkadir’e, bir Mevlana’ya doğal olarak meylediyorsan hayırlı olsun, sen zaten dervişsin.
Vagonu rayın üstüne oturtmaktır tasavvuf. O vagon o rayda kaldığı sürece yolunu bulacaktır. Dolayısıyla bu manevi yola intisab; fiziksel ve cismani alemde olmadan önce maneviyatta olur. Sen manevi olarak, fikri olarak, zihni olarak, kalbi olarak bu yola meyletmemişsen daha vaktin gelmemiş demektir. Diğer taraftan bütün ruhun ve varlığınla bu yola meylediyorsan ve başka bir kapıyı onların üstüne taltif etmiyorsan sen dervişsin demektir zaten. Senin intisabın gerçekleşmiş sayılır. Ondan sonra bu fiziksel alemde, cismani alemde bir mürşid bulursan ne ala. Nur üstüne nur olur. Cismani âlemde bu çıkmayabilir de. Zira devir çok değişti. İlimde ve idarede ehliyetsiz ve çapsız kimseler öne çıktı. Yol kesicilere dikkat der Mevlana. Bâtındaki dergâh ise hep açık, her daim vazifesini yapıyor.