S. Bilgehan Eren
Müslüman kendini güncel tutmak zorundadır. Cep telefonlarıyla konuşulan bir asırda, dumanla haberleşemez. Lâkin bu kıstas, parsa ne tarafa dönerse dönen, “günün adamı” olacak demek de değildir. O dâvâsının, varlık şiarının adamı olmalıdır ki hem ebedi hem de ezeli kuşatma misyonunu icra etsin.
Medyada dönem dönem şu tarz haber başlıkları görürüz: “Geleceğin Meslekleri”, “Çok Kazandıran Meslekler”, “İş Dünyasında En Çok İhtiyaç Duyulan Meslekler”, “Bu Meslekleri Seçenler Paraya Para Demeyecek”…
Bunun benzerlerini gerek kitle iletişim araçları yoluyla, gerekse de şahsî sohbet ve mülâkatlarımızda; plazalardaki insan kaynakları uzmanlarından, kolejlerdeki rehber öğretmenlerden, eğitim programlarındaki kişisel gelişimcilerden, “mentor”lardan, “coaching” yapanlardan, “head hunter”lardan da duyarız.
İşlerini hakkıyla ve iyi niyetle yapanlar bir tarafa (her rehber öğretmen böyle değildir elbette, istisnaları vardır), bunlar modern zaman “şaman”ları, büyücüleridir. “Böyle bir mesleğe sahip olursan, yurtdışında kariyer yapma imkânın olur, iyi bir araban, havuzlu bir evin, marka kıyafetlerin olur”. Bu ve benzeri yargılarıyla bizleri rüya gibi bir hayatın beklediğine inandırırlar. Bill Gates, Elon Musk gibi “rol model”lerinden başarı hikâyeleri fısıldarlar, gerektiğinde haklarında yazılmış kitap tavsiyesinde bulunurlar. Dediğimiz gibi büyülerler bizi, zira işleri budur, meslekleri budur ve “sistem” onlara da böyle bir misyon yüklemiştir. Sistemin her iki taraf için de motivasyonu kantitatif unsurlara dayanır; yüksek maaş, para, “title”, mevki, gardıroplara sığmayacak kadar çok takım elbise ve afili kartvizitler… Onlar avcıdır, “head hunter” dedik ya, kelle avcısıdır onlar; av da biz oluruz. Bu saydıklarımız ise bizi tuzağa çekmek için kullanılan bedava (!) peynirlerdir. Bizi bir “Amerikan rüyası”na çekerler. Amerikan rüyası ise Amerika’dan büyüktür. Aynı anda hem Çin’dedir, hem Güney Afrika’da; hem Londra’dadır, hem de Dubai’de. Kıtalararasıdır, beynelmileldir. Bu “nefs-i emmare”nin sistemi, küresel kapitalizmdir. Markadır, modadır, borsadır, sinemadır…
“Nefs-i emmare”nin sistemi dediğimiz an, dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus vardır. Kellemiz değildir teslim olan, asıl ruhumuzdur. İnsan doğasının dört parçası olduğu savunulur: Beden, zihin, kalp ve ruh. Merkezde ruh vardır. İnsanın bütün yapıp etmelerinde de ruhun merkezî fakültesi “ahlâk” etkindir. Evet, sadece bedenimizi ve zihnimizi bir rüyaya yatırmazlar, ruhumuzu ve onun derûnu ahlâkımızı da teslim alırlar. Biz artık baştaki biz değilizdir.
Bundan sonrası ise pek önemli değildir; cami avlusunda olsak ne olur… Batılı gibi müşahede ve muhakeme ettikten sonra… (FETÖ -sanırım- bar ve gece kulüplerinde değil de, İslâmî (!) sohbet halkalarıyla yayıldı)
Gaye İnsan - Ufuk Peygamber, “Ben güzel ahlâkı tamamlamaya geldim” buyuruyordu. İnsanın birinci meselesi hangi mesleğin erbabı olması gerektiği değil, hangi ahlâkın çocuğu olacağını belirlemesidir. Bunun için de “İnsan nedir, ben kimim, hayat nedir, ölüm nedir, bu hayatı niçin yaşıyorum, yaşamaktan muradım nedir?” gibi “insana kendini empoze eden” temel meselelere kafa yorması, gönül vermesi gerekir. “Head hunter”lar bunları bize söylemezler, avcı avını ürkütüp kaçırmak ister mi hiç?..
Sadece mesleğe-işe değil, insanoğlu hayata da aslında bu noktadan başlar, insanî hakikat bunu gerektirir; Sokrates’ten Bergson’a, Muhyîddin-i Arabî’den İmam-ı Gazalî’ye tüm soylu kafaların, fikir çilekeşlerinin gündeminde bir sual vardır: “Yaşanmaya değer hayat ne?!..” Bu hemen cevaplanacak bir şey de değildir. Bir arayıştır. Lâkin aramak için önceden bilmek de lâzımdır. Elmas arayıcısı, elmasın ne olduğunu önceden bilmek zorundadır ki, bulduğunun taş mı, elmas mı olduğunu anlasın. Bu bizi başka bir noktaya getirir. Aramakla bulmak birdir, bulunan aranır sırrına.
Maalesef muasır medeniyet seviyesine (!) tırmanmaya çalışan insan, yeni bir spor araba almak için gösterdiği çabanın, binde birini bile zihin kıvranışlarına göstermez. Yüz kilometrelik hızdan, iki yüz kilometreye çıkmak ister de, ruhî tekâmüle yanaşmaz. Var oluş sancısından kaçar. İzlemeyen kaldı mı bilmiyoruz ama meşhur Dövüş Kulübü (Fight Club) filminde şöyle geçiyordu:
“Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük, ama olmayacağız. Şimdi bunu anlamaya başlıyoruz. (…) Dinleyin Sürüngenler! Sizler özel değilsiniz, sizler güzel yahut da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz!”
Evet, insan ölümlü bir varlıktır. Bedeni ölecektir. Bu âlem, asıl âlemin gölgesidir. “Nas uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” buyurulur. Peki ölecektir diye, insan hiçbir şey yapmamalı mıdır? Misâl bir meslek sahibi olmamalı mıdır? Nasıl olacaktır bu, nasıl olmalıdır?..
Beden bu dünyada ruhumuzun formu, kabı. Zarf mazruf ilişkisi. Sadece zarftan ibaret değiliz ve o zarf toprak olacak. İşte tam bu noktada ama, dünyada o zarfa ihtiyacımız olduğunu hatırlatmak isteriz; dünya ahiretin tarlasıdır ölçüsünü başa alarak.
İnsanoğlu elbette yemek yiyecek, bir evde yaşayacak, kıyafetleri olacak, bir bineği olacak vesaire… Ama bunların gaye değil, büyük ideal uğrunda (insan-ı kâmil yolculuğunda) aracı olduğunu bilerek. Kamustaki tarifiyle; “belli bir eğitim ile kazanılan, sistemli bilgi ve becerilere dayalı, insanlara yararlı mal üretmek, hizmet vermek ve karşılığında para kazanmak için yapılan, kuralları belirlenmiş iş” anlamına gelen meslek sahibi olmak da işte bu izdüşümü ile takip edilmesi gereken bir husus. Yoksa elbette, istisnai durumlar hariç, Peygamberler bile bir meslek sahibidirler, kerametle karınlarını doyurmamışlardır.
Çok para kazanmak için meslek seçmek, bu dünyaya para kazanmak için geldiğini düşünen materyalist bir kültürün söylemidir, bizimki değil. Hazret-i Ebubekir çok zengindi ama malının tamamını Allah yolunda sarf etmişti.
Farabî’nin, Birunî’nin, Cezerî’nin, Uluğ Bey’in amacı meşhur olmak değildi. İnsanlığa faydalı olmak, insanlardan bir yükü kaldırmaktı. Motivasyonları çok para kazanmak değil, idealleri “Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır” düsturuydu. (Açık değil mi?.. Biri motive olurken, diğeri ideal -yaşanmaya değer hayat- arayışındadır.)
Müslüman kendini güncel tutmak zorundadır. Cep telefonlarıyla konuşulan bir asırda, dumanla haberleşemez. Lâkin bu kıstas, parsa ne tarafa dönerse dönen, “günün adamı” olacak demek de değildir. O dâvâsının, varlık şiarının adamı olmalıdır ki hem ebedi hem de ezeli kuşatma misyonunu icra etsin.
İnsan eşref-i mahlûkattır. Yaratılmışların en şereflisidir. Bunun şuurunda olarak her şeyi yapmakla mükelleftir. Öğretmen mi olacak, para kazanmak amacı bir tarafa, nesil yetiştirmek gibi bir ideali olmalıdır. Avukat mı olacak, hukukta çok prestijli diye değil, hakkı savunmak, adaletin tecellisi hedefiyle hareket etmelidir. Salt manada zaten mesele para ise, bu ülkenin tarihindeki vergi rekortmenlerinin genelev işletmecilerinden çıktığını hatırlatırız. Müslümanın helal-haram sınırı vardır. Helal kazancının içinde de ötekilerin hakkı vardır. Zekât vardır, sadaka vardır, fitre vardır; diğerkâm olmak vardır. Komşusu açken tok yatmamak vardır.
Anlaşılmasını isteriz ki, meslek bir ideal değil, ideali (var oluş gayesini) hedefleyen insanın bir aracıdır. Ve öyle bir araçtır ki varılmak istenen amaca göre değer kazanır. Mühendislik, yazılımcılık, bilimadamlığı, önce “adam olma”ya tâbidir.
Yine unutmamak lâzımdır ki insan hakikatinin bir doğal sonucu da insanî mizaç (meşrep, huy) ve yetenek farklarından dolayı, birisi için doğru olan bir meslek diğeri için yanlış olabilir. Kimi sözelcidir, kimi sayısalcı; kiminin resme yeteneği vardır, kiminin spora… Kendisini kan tutan naif yürekli biri kalp cerrahı olamayacağı gibi, sert mizaçlı birinin de anaokulu öğretmeni olması zordur.
Hâsılı toparlayacak olursak, seçeceğimiz, seçmemiz gereken meslek, meşrebimize aykırı olmaması gerektiği gibi, maişetimizi de sağlayabileceğimiz türden olmalıdır. Bunun ötesinde bizce büyük meslek yoktur; büyük insan vardır. O meslek bizimle büyüyebilir ve bizi de büyütebilir.
Modern dünya kemiyete göre hüküm verebilir; ayda kaç para eline geçiyor, arabanın markası ne diye sorabilir. Kadim bir medeniyetin çocukları bizler ise önce şuna bakarız; yaptığın işi helalinle yapıyor musun? Geri kalan değerlendirmeler hep bundan sonra gelir. Kul hakkı yeme arsızı sahtekâr bir iş adamının yüzüne tükürür, namusuyla pazarda limon satan amcanın elini öperiz.
Malûm hikâyedir, ne demişti babası çocuğuna: “Ben sana vezir olamazsın demedim, adam olamazsın dedim.”
Ne mutlu, adam olup, adam gibi bir mesleğe sahip olanlara…