
Sosyolog Alev Erkilet Hoca ile dosyamız bağlamında gençlerin gelecek vizyonunun nasıl olması gerektiğini, bizleri 2050’lerde nelerin beklediğini konuştuk. Erkilet’in farklılıkların normalliğine ve özgürlüğe dair vurgularını önemli buluyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
Hocam siz genel anlamda bugünkü Türkiye’nin gençlerini nasıl görüyorsunuz? Bir sosyolog olarak da gözleminizi merak ediyorum. Umutlu musunuz?
Nedense sürekli olarak gençlere ilişkin bir şikayet hali var. Orta yaş kuşağı kendi çocuklarına ilişkin bir endişe içinde, deizm kaygısı, ateizm kaygısı, Y kuşağı, Z kuşağı kaygısı, sosyal medya bağımlılığı kaygısı ve buna benzer başka konularda kaygılar besleniyor. Örneğin Y kuşağı 1980-1999 arasında doğmuş, özgürlüğüne düşkün ve otoriteye teslim olmayan gençlerin kuşağını ifade ediyor. Bu kuşak, otorite karşısındaki bağımsızlığı nedeniyle endişe yaratsa da aslında İslami açıdan bakıldığında dünyevi putları kırmaya yatkınlığı bakımından eşsiz bir kuşaktır ve bu açıdan çok kıymetlidir. Bu gençlerin ebeveynlerinin dindarlık tarzlarına uymayan bazı davranışları ya da onlara dönük tepkileri varsa, bu, içlerindeki adalet duygusunu, doğruluk idealini hâlâ kaybetmemiş olmalarındandır. Belki de haksızlıklara karşı sessiz kaldığını gördükleri kuşakların, din adına bazı şekli kalıpları dayatmaya çalışmalarına kendi dillerince tavır koyuyorlardır. Bu özellikleriyle sorgulamaktan ziyade taklit ve itaat etmelerini bekleyen yetişkinleri hayal kırıklığına uğratsalar bile, karşı karşıya kaldıkları ahlaki ikilemlere doğru tercihlerle karşılık vereceklerine inanıyorum. Onun için de umutluyum.
Son yıllarda ekonomik ve siyasal şartlar gereği umutsuz bir hava esiyor sanki. Siz bu durumu geçici mi görüyorsunuz? Yoksa önlem alınmazsa daha tehlikeli bir yere gider mi bu umutsuz hava?
İşte tam da bunu ifade etmek istiyorum. Önceki kuşaklar herhangi bir olumsuzluk karşısında susmak, eleştirmemek, statükoyu muhafaza etmek suretiyle hataların tekrarına ve sorunların çözülememesine neden oluyorlar. Gençlerse mevcut durumu akıllarını kullanmak, sorgulamak, çözüm üretmek suretiyle aşmanın imkanlarını arıyorlar. Bu iki tutumdan birincisi muhafazakar tutumdur ve maalesef kalıcı ve yaratıcı çözümler üretemediğinden sorunları ağırlaştırır. İkinci tutum ise hakka riayet, adalete duyarlılık, yoksullukla mücadele, gelir uçurumlarının ortadan kaldırılmasına dönük samimi bir çaba, kadınların haklarına saygı gibi İslami temelleri esas alır. Bir başka deyişle, gençler, Ali Şeriati’nin dine karşı din dediği şeyi, Safevi Şiası ile Ali Şiası arasında yaptığı karşılaştırmayı algılayabiliyor ve ataların dinini (religion anlamında) sorgulayarak ed-Din olarak İslam’ı hayata aktarmak istiyorlar. Bu bağlamda belki bazen savrulacak ama nihayetinde kendilerine ve ümmete yeniden bir istikamet çizeceklerdir.
Farklılıklardan korkmamak lazım. Farklılık olacak ki tebliğ yapılabilsin. Tek-tip hastalığı modern bir hastalıktır ve gençlerin asıl direndikleri şey bu tek-tipçiliktir. İnançta inşai süreklilik vardır, dünya her gün yeniden yaratılır. Sen kendi inancından, inancının gücünden ve hakikatinden eminsen, hakka çağırmaya devam edersin. Kendi hatalarını da öz eleştirel bir yaklaşımla ele almaya özen gösterirsin.
Bugün 20’li yaşlarda olan gençler, 30 yıl sonra Türkiye’nin yönetiminde ya da çeşitli iş kollarında etkin ve öncü kişiler olacaklar. Böyle bakarsak biz, gençler nasıl bir gelecek hayali kurmalı ve kendilerini bu noktada nasıl yetiştirmeli?
Bence bu süreç 30 yıl almayacak çünkü dünyada ve Türkiye’de yönetim ve iş alanlarında sorumluluk alan, ön açan kişilerin yaş ortalaması hızla düşüyor. Çünkü iş yapma biçimleri, işlerin mahiyeti baş döndürücü bir hızla değişiyor. Açıkçası bu koşullar altında söz konusu kuşaklara bizim bir gelecek tasavvuru biçmemizin doğru olmadığını düşünüyorum. Biz onların seçtikleri yolda yürümelerini kolaylaştırmalıyız. Ama şu önemli; özgürlük, öz güven ve öz eleştirel duruş temelinde olacak her şey. Bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de İslami kimliğine sahip çıkan kuşaklara geçmişten devşirilmiş, geçmişle sınırlanmış modeller sunuluyor. Bunlarla yarının dünyasına konuşmaları zor. Dolayısıyla öze dönüş çabalarında onlar desteklenmeli, İslam’ı asrın idrakine söyletmeleri konusunda da önlerine set çekmemeliyiz. Bu bir anda neticelerini görebileceğimiz bir şey değildir. Zaman alacak, deneme ve yanılmalarla ilerleyecek uzun vadeli bir inşa süreci olacaktır.
Sizce Türkiye 2050’li yıllarda sosyal, siyasi, teknolojik anlamda nerede olacak? Bu hususta kanaatleriniz nedir?
30 yıl sonrasının kestirimini yapmak zor ama şunu söyleyebilirim ne olacağını ya da ne olmayacağını bizim amellerimiz belirleyecektir. Sosyal mevzularda determinizmler işlemez. Peter Berger’in de dediği gibi insan hem toplumunun ürünü hem de dünya kurucu aktif bir öznedir. Toplumunu ve düzenini belirler. Bu bağlamda ben özgürlüklerin arttığı, insanların birbirini dinlemeye, anlamaya ve birlikte yaşamaya istekli olduğu, sorunlarına istişareyle akılcı çözümler bulduğu, sosyal adalet temeline dayalı dayanışmacı bir toplumda yaşamak isterim. Bunun için gayret göstermeyi anlamlı bulurum.
Önümüzdeki dönemin yapay zeka çağı olacağı, insanların yaptığı pek çok iş kolunun yerini robotlara bırakacağı konuşuluyor. Bunları dikkate aldığımızda gelecek yürüyüşümüzü nasıl güncellemeliyiz?
Bu açıdan bakıldığında sadece gençlerin değil genel olarak toplumun hazır bulunuşluk düzeyinin düşük olduğunu düşünüyorum. Ana sorun alanlarımız geleceğe değil geçmişe dönük gibi geliyor. Nostaljik temalara, eski dönemlere, eski modellere ayırdığımız zaman ve ilgiyi, bugünü anlamak, geleceği inşa etmek konusuna da göstermemiz icap eder. Yapay zeka, genetik müdahaleler, klonlama, soy arıtma, robotik, uzayın kolonizasyonu gibi teknoloji, plan ve uygulamaların toplumsal sonuçlarının ne olacağı Batı’da ciddi şekilde tartışılıyor. Hukuki, siyasal, etik, insan hakları ile ilgili sonuçları akademide de irdeleniyor. Avrupa ve Amerikan hukuk sistemi bunlara adapte olmanın gayreti içinde. Düşünün ki daha 2005’te Kazuo İshiguro “Beni Asla Bırakma” adlı kitabında klonlamanın insani açıdan manasını sorguluyordu. Bugün 2019 yılındayız. Bir güncelleme şart ancak bu olup bitenlerin İslam nokta-i nazarından derinlikli bir teolojik-felsefi-politik analizi yapılmadan güncelleme de mümkün olmaz.
Gelecekte bireyselliğin artacağını düşünüyor musunuz? Sizce mahsurlu bir durum mu bu?
Ben bireyselleşmenin olumsuz bir eğilim olduğunu düşünmüyorum. Zira belli bir miktar bireyselleşme olmadan İslamileşmenin de olamayacağına inananlardanım. Hür irade ile İslam’ı seçebilmek için, “Bir eline ayı bir eline güneşi verseler” yine de hak davadan vazgeçmemek için muhakkak bireyselleşebilmiş olmak lazımdır. Ancak bu manada bireyselleşmiş bir insan toplumunun taklidi değil tahkiki bir din anlayışına ulaşılmasına vesile olabilir ki, bu başlı başına önemli bir kazanımdır. Aliya’nın “Müslüman mı yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz?” sorusunda altını çizmeye çalıştığı üzere hür fikirli, araştırmacı, sorgulayan bir gençliğe bireyselleşme imkanlarından mahrum bırakarak ulaşamayız. Özgür bireylerden oluşan bir toplumun dayanışması makbuldür. Özgürlükle Müslümanlık arasındaki kopmaz bağa odaklanmak lazım.