
İslam dünyasının bilgiye dayalı bir problemi yoktur. Dinin gerek temel metinleri (nasslar) gerekse temel metinler üzerine bina edilen devasa miras koruna gelmiştir. Handikap bunların tevarüs edilip aktarılmasında ve de bunların amele, hayata, ahlaka dönüştürülmesinde, ilim-amel bütünlüğünün sağlanmasındadır.
Kırılma Noktası
Cumhuriyet dönemi, gerek dinî ilimlerin tahsili, gerekse dinî eğitimin ifası bakımından bir kırılma noktasıdır. Aslında bu, Batı`nın İslam dünyasına yönelik kültürel ve düşünsel meydan okuyuşu ile başlayan bir süreçtir. Bu meydan okuyuş geleneksel eğitim kurumlarının ve yöntemlerinin yeniden gözden geçirilmesi fikrini doğurmuştur.
O dönem âlim ve aydınlarını düşündüren, fikir imaline sürükleyen en ciddi konu, medreselerin ıslahı meselesidir. Bu düşünceyi, Namık Kemal`de de, Abduh ve Reşid Rıza`da da, Musa Carullah`ta da, Mehmed Akif`te de, Mustafa Sabri Efendi`de de görmek mümkündür. Bir yanda Avrupa`nın göz kamaştırıcı eğitim kurumları muhkem ve mütehakkim duruyordu karşılarında. Öbür yanda -bu bakış açısına göre- nevzuhur meselelere cevap veremeyen medreseler ve medrese hocaları vardı.
Hatta Reşid Rıza, İstanbul seyahatinde bir medreseyi ziyaret eder. Derste Beyzavi Tefsiri okunmaktadır. Öğrencinin biri hocaya modern bir mesele sorar. Hoca ise soruya cevap veremez. Zor durumda kaldığı için de bozulur. Reşit Rıza söz alır, soruya cevap vererek hocayı zor durumdan kurtarır. (Reşid Rıza, Menâr Tefsiri, VI, 430)
Bütün bu ıslah projeleri sürerken, medreseler yüzyıllardır süregelen ilim geleneğini devam ettiriyor, bir yandan devletin daha çok alaka gösterdiği mekteplerle rekabet etmeye çalışıyordu. Bu mahrumiyet içerisinde medrese, hâlâ büyük ilim adamları da yetiştiriyordu. Kuşkusuz bu âlimler içinde zamanı tanıyıp ona göre çözümler üretme kaygı ve kapasitesine sahip âlimler vardı. Mesela aynı Reşid Rıza, medrese kökenli bir âlim olan İzmirli İsmail Hakkı`dan sitayişle söz edip, onun kelam ve usul konularına en vakıf Türk âlimi olduğunu söyler.
Öte yandan, mesela Konya`daki Islah-ı Medâris gibi, fevkalade Arapça ve yabancı dil, dinî ve pozitif ilimler öğreten kurumlar da açıldı. Hatta bu okulların, bugün hâlâ İlahiyat fakültelerimizin bile erişemediği bir seviyeye ulaşmış olduğu ifade edilmektedir. Ancak bunlar birinci dünya savaşının meşum hercümerci içinde kapanıp gitti.
Cumhuriyet dönemi inkılâplarıyla birlikte mesele kökten çözülmek istendi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti`nin bu kurumlarla muasır medeniyetler seviyesine çıkamayacağı hükmüne varılıp medreseler kapatıldı. Âlimler toplum dışına itildi; böylelikle toplum üzerindeki nüfuzları kırıldı. Tabii toplumun İslam`la bağlarının koparılmasının en kestirme yoluydu bu. Hatta içlerinde Zahid el-Kevseri, Mustafa Sabri Efendi gibi yurt dışına çıkmak zorunda kalan âlimler oldu. Bu âlimler ahir ömürlerini, ülkelerinden uzakta yaşamak zorunda bırakıldılar; bu bir yana, bu ülkede onların rahle-i tedrisinde yetişecek bir nesil onlardan mahrum kaldı.
Bu inkılâbın kılıç artıkları, modern üniversitelerde vazife alan hocalar da 1933 üniversite reformuyla tamamen sahneden çekildiler. Bir anlamda halka koptu, medrese-icazet geleneği yerin altına çekildi. Bu gelenekle yetişen veya çağdaş bir eğitim alıp da dinî ilimleri kuşatabilen âlim sayısı istisna denebilecek bir duruma düştü. Ama bir biçimde hep var olduklarını söylemeliyiz.
Sihirli Anahtar ve Bilgi Hazineleri
Bu arada, Namık Kemal ve arkadaşlarının başını çektiği, Batı`nın meydan okuyuşuna cevap verme cesaretini gösteren bir aydın sınıfı ortaya çıktı. Prof. Dr. Bedri Gencer`in deyişiyle, Batı`nın kültürel tehaddisi karşısında ulema havlu attı. Buna karşılık Osmanlı üdebası; şair, edebiyatçı ve muharrirleri bu boşluğu doldurmakta gecikmedi. Bu üdeba sınıfı kendi geleneklerine sahip çıkan, Sünnî-İslam mevzisini terk etmeyen, Batı`yı, kendilerine duydukları özgüven ve cesaretle eleştirmekten geri durmayan bir tavır sergiledi. Nitekim Nurettin Topçu, Namık Kemal hakkında: “Bugün olduğu gibi yarın da ruhların çağırışı olarak, kubbenin altında ebedi akisler bulacak olan Namık Kemal`i milletimizin dili, milletimizin sesi, milletimizin feryadı halinde düşünüyoruz.” der. (Yarınki Türkiye, s. 126)
O duruşun bir devamı olarak, o günden bugüne, İslam`a sahip çıkan, onun mücadelesini yürüten insanlar daha çok edebiyatçı, şair ve düşünürler ola geldi. Bu sadece ülkemiz için değil; diğer İslam ülkeleri için de geçerlidir aslında. Âlimlerin yerini aydınlar almıştır. Bu düşünürler çok ciddi bir samimiyet ve gayret-i diniyyeye sahiptirler. İslam`ın ruh ve amaçlarının; Batı`nın meydan okuduğu noktaların ve çıkmazlarının farkındadırlar.
Ancak bütün bunlara rağmen eksik olan, klasik İslam mirasına âlim seviyesinde yeterli derecede vâkıf olmamaktır. Âlim seviyesinde diyoruz, çünkü klasik ilim anlayışımız Arapça’ya ciddi bir vukufiyetle başlar. M. Âbid Câbiri`nin dediği gibi, İslam İlim Mirası Arapçayla üretilmiştir. Dini ilimler bir anlamda Arapça üzerine kurulmuştur. Arap, Türk, Fars, Hind; Müslüman olan herkes bu dille yazmış ve bu mirasa katkı sağlamıştır.
Cemil Meriç, İbn Haldun`u anlatırken şöyle diyordu: “İbn Haldun tek dil biliyordu: Arapça. Bu, o çağda mevcut bütün bilgi hazinelerinin kapısını açmış; kanma bilmeyen tecessüsünün üzerinde işleyeceği hudutsuz malzemeleri toplamasına imkân sağlamıştı.” Cemil Meriç sözlerinin devamında: “Avrupa hazinelerini keşfetmeye yeter.
Tabii en baştan bu dinin temel kaynaklarının; Kur`an ve Hadis külliyatlarının inceliklerini kavramak için Arapça bir gereklilik. Sonra bu ümmetin seçkin âlimleri, Ebu Hanife, Şafii, Maliki, İbn Hanbel ve onların mezhep sistemlerini; Eşari, Maturidi, Gazzali, Nesefi; İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Nevevi, İbn Hacer gibi büyük âlimleri tanımak ancak onların yazdıkları dilleri anlamakla mümkündür. Tercümelerle nereye kadar gidilebilir? Mesela İbn Hacer`in muhalled eseri Sahih-i Buhari şerhi Fethu`l-Bâri nasıl tercüme edilecek, edilse bile ne kadar başarılı olacak?
Dolayısıyla bugün, İslam ümmetine kurtuluş çözümleri gösterecek insanların Arapça ve de onun devamı olan dini ilimlerden, dini ilimlerin yönteminden, klasik İslam mirasından bigane kalması düşünülemez. Hepsinden de önemlisi, bu klasik bilgi elde etme sistemine eklemlenmeden olmayacaktır. Eğer amaç İslam ümmetini ihya etmekse ve bunun için yeni bir şeyler ortaya konacaksa, öncelikle klasik mirasın keşfedilmesi gereklidir. Babanzade Ahmed Naim`in deyimiyle, ihtiyacımız olan, “Müstağni kalamayacağımız `vaz`-ı cedid`den ziyade `keşf-i kadim`dir.” (İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, s.77)
Klasik eğitim sistemimizin belkemiğini bir hocanın rahle-i tedrisinden geçmek oluşturur. Nitekim İmam Şafii, ilim talibine şu tavsiyede bulunuyor:
“Kardeşim, ilmi ancak şu altı şeyle elde edebilirsin
Şimdi sana bunları tafsilatıyla anlatacağım
Zekâ, hırs, çalışma, kabiliyet...
Bir hocaya intisap ve uzun zaman...”
Prof. Dr. Zekeriya Güler hocamızın vaktiyle verdiği bir örnek de burada zikredilmeye değer. Muvâfakât`ın müellifi, büyük usul âlimi Şâtıbi; Endülüslü usulcü, fakih, muhaddis, âlim İbn Hazm hakkında şunu söyler: “O üstadlara intisap etmemiş, onların edepleriyle edeplenmemiştir.” (Lem yeltezim bi`ş-şuyûha ve lem yeteeddeb biâdâbihim.) İbn Hazm ki Zahiriye mezhebinin sistemcisi, hadiste otorite, dinler tarihinde fevkalade ehliyetli bir âlimdir. Kılıcı keskin, eleştiri kabiliyeti yüksek olduğundan olsa gerek, üstadların adabını kendine şiar edinmediğini ima ediyor Şâtıbi.
“İlmin Gereğini Kuşanmak”
Hakikaten, “üstad” geleneksel ilmi telakkinin mihverinde bulunuyor. Talip ondan alıyor ilmi ve adabı; o da önceden üstadından almıştır zaten. Bu silsile ilk dönem âlimlerine, oradan sahabeye, oradan Peygamber Efendimize (s.a.v), oradan Cebrail (a.s.)’a ve nihayet Allah`a kadar ulaşıyor.
İlim böylece ehil ellerden tevarüs edilmiş oluyor ki buna icazet almak deniyor. Aslında tahsil edilen sadece ilim değildir; Şâtıbi`nin işaret ettiği gibi tevarüs edilen bir de adap, ahlak, usûl ve erkân vardır. İsmail Kara`nın ifade ettiği gibi: “Bu sürece `geleneği yakalama, onunla vazgeçilmez bağlar kurma süreci` de diyebiliriz. Bu süreçle birlikte tabii olarak edinilen bilginin yaslandığı tasavvur ve algılama kalıpları, yaşama tarzı, dünya görüşü de iktisap edilmiş oluyordu.” (İsmail Kara, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye, s.172)
Belki olayın nirengi noktası da burasıdır. Tevarüs edilen ilmi sadece aktarmak değil mesele. Onu temsil edebilmek, ilmin vakarını taşıyabilmek, dini yaşamak ve yaşanılır kılabilmektir. Yani Zekeriya Güler hocamızın bir yazısına konu ettiği gibi “İlmin Gereğini Kuşanmak”tır. (Altınoluk, s. 132, Şubat 1977) Nitekim İmam Gazzalî, bu süreci, “İlmin başı hocanın huzurunda susmak, onu dinlemek sonra bilgiyi hıfzetmek, sonra onunla amel etmek, sonra da onu neşretmektir” şeklinde özetlemiştir. (İhyaü Ulûmi`d-Dîn, I, 30) Klasik ulema bu bütünlüğü kurmakta başarılı olduğu için, toplum üzerinde de ciddi bir etkinliğe sahip olabiliyordu.
Bugünkü bilgi edinme faaliyetleri içinde ihmal edilen en büyük nokta da burasıdır. Prof. Dr. Bedri Gencer bu konuda şunları söyler: “İslam dünyasının yaşadığı kriz, özünde epistemolojik değil, birincisi, nominal bir merci olarak üniversiteden alınan modern diplomaya karşı geleneksel icazet sayesinde otantik vahy edilmiş bilginin korunmasıyla ilgili pedagojik, ikincisi, ideolojileşmenin bilgi-eylem kopukluğundan kaynaklanan etik bir krizdir.”
Gerçekten, İslam dünyasının bilgiye dayalı bir problemi yoktur. Dinin gerek temel metinleri(nasslar) gerekse temel metinler üzerine bina edilen devasa miras koruna gelmiştir. Handikap bunların tevarüs edilip aktarılmasında ve de bunların amele, hayata, ahlaka dönüştürülmesinde, ilim-amel bütünlüğünün sağlanmasındadır.
Son olarak Prof. Gencer`in şu görüşüne yer verelim: “Çağımızda en iyi şartlarda yetişmiş de olsa teolog, ideolog, sosyolog veya düşünür asla geleneksel icazete sahip âlimin yerini tutamaz.” (B. Gencer, İslam`da Modernleşme 1839-1939, s. 30) Bu cümleye bazı rezervler koyabiliriz. Bir kere biz ilahiyatçılarımıza, ideologlarımıza, mütefekkirlerimize şükran borçluyuz. Onların yaptıkları ve yapmakta oldukları hizmet asla inkâr edilemez. Ancak söylenende bir hakikat payı olduğunu da teslim etmek zorundayız. Geçen yazımızda sözünü ettiğimiz “üçüncü merhale”nin başarıya ulaşması için klasik bilgi edinme yollarını özümsemiş, geleneği bütün veçheleriyle tanıyan, hayatında ilim-amel bütünlüğünü kurabilen âlimlere ihtiyaç vardır.
Nitekim Efendimiz(s.a) “Âlimler, Peygamberlerin varisleridir” buyurmuştur.