
Savaş Barkçin Hoca ile “Medeniyet Aklı” ve ardından gelen “Osmanlı Aklı” kitaplarından hareketle siyasetname geleneğini, 200 yıldır içinden çıkamadığımız açmazları, hatalı soruları, cevapsız şıkları, popüler niteliksizliğin yükselişini ve daha pek çok şeyi konuştuk.
“Medeniyet Aklı”ndan kısa bir süre sonra “Osmanlı Aklı” kitabınız da raflarda yerini aldı.
Bu iki kitabın nasıl bir gözle okunmasını ve okuyucuda ne tür çıktılara yol açmasını isterdiniz? Bu iki kitabı ben 2013’te Ramazan ayı boyunca yazdım. Hemen her gün iftardan sahura kadar yazıyordum. Yıllar boyunca yaptığım okumalara, araştırmalara, hem de devlet görevimdeki birikimime yaslanıyor diyebilirim. Tek bir kitap olarak yazdım. Fakat daha sonra daha kolay anlaşılabilsin diye iki ayrı cilde böldük.
Derdi olan söyler. Benim yazdığım yazılar ve kitaplar genellikle beni çok rahatsız eden bir derdin mahsulüdür. Peki bu iki kitabı yazdıran derdim nedir? O dert, hayatım boyunca bu toplumda yaşarken gözlemlediğim şahsiyet sorunudur. Bizi küçük düşüren paramızın-pulumuzun, silahlarımızın, şöhretimizin küçük olması değil. Asıl kendimizi küçük görmemiz. Kendini küçük gören küçük düşer. Devlet de böyle, millet de... Sanat da, düşünce de, okul da, aile de...
Kendimizi kaybettik, bulamıyoruz. Kendimizi bulalım derken ya geçmişi övüyor, ya da ona sövüyoruz. Bu dert ile bu iki kitabı yazdım ki artık kendimize gelelim. O yüzden bu iki kitapta belki ilginç bilgiler var ama aslında ikisi de uyandırma kitapları. Bilinç kitapları... İnsanlar başka kitapları okurken, belgesel seyrederken, sokakta yürürken onların farklı bir bakışla bakmalarına hizmet etmeyi amaçladım. Bu bakışın adı tevhiddir. Hepimizin bildiği, duyduğu, ama pek hatırlamadığımız, bizi biz yapan tevhiddir. Bu düşüncelerle okunmasını ve bu minvalde çıktılara yol açmasını isterim.
Geçmişin “siyasetname” kitapları bugün yerini think-tanklara bırakmış görünüyorken siz bu iki kitabınızın modern bir siyasetname olarak okunabileceğini söylüyorsunuz. Hangi özelliklerinden dolayı bir siyasetname olabilirler ve nasıl okunurlarsa siyasetname işlevi gösterebilirler?
Bu iki kitap bir siyasetname... Çünkü düzenin kurulması ve işletilmesinde takip edilen ve edilmesi gereken temel bir anlayışı özetlemeye çalışıyorum. Yazmayı düşündüğüm asıl başka bir siyasetname var. Allah-u Teala nasib ederse ilham geldiği zaman yazarım. Başlığı belli: “Sünnetullah Olarak Siyaset.”
Kul fıtrata uydukça ahlaklı olur. O halde siyasetin fıtrata bakan yönü nedir? Onu pratik, somut konulara nasıl uygulayabiliriz? İşte o kitap nasip olursa bunları yine çarpıcı örneklerle, tecrübelerimle; siyaset, bürokrasi, sanat, düşünce, akademi alanındaki birikimimle anlatmak isterim.
Bu iki kitaptaki temel amacım kulluk bilincini uyandırmak. Kulun ticareti, sanatı, müziği, edebiyatı gibi siyaseti de farklı olmalı. Maalesef özellikle son asırdan beri dinimizi sloganlaştıran siyaset anlayışı bu bilince tam olarak bağlı değildir. Giderek İslam diyenler bile Batılılar’ın güç anlayışına tıpatıp uyan bir ahlak içindeler. Ben buna gücün ahlakı diyorum. Oysa ahlakın gücü esas olmalı. Müminin, tevhid ehlinin farkı bu. Ve dünyalar kadar büyük bir fark bu...
Bir soruna nasıl bakılır, o sorun nasıl tahlil edilir, ona nasıl ve hangi ilkelerle çözümler geliştirilir, siyaset budur. Ben her iki kitapta Osmanlı ve çağdaşı olan devletler, ayrıca geçmişteki Roma ve bugünkü ABD gibi büyük devletlerin aynı konudaki yaklaşımlarını, “medeniyet akılları”nı karşılaştırdım. Tarih mazi demek değil. Bugünü besleyen bir ırmak. Bir bakıma üç boyutlu bir akıl tarifi yaptım. Çünkü bizim Osmanlı’nın dedikodusuna değil, şakşakçısına değil aslına bağlanmamız gerekiyor. Osmanlı’yı büyük yapan şey sınırlarının veya ordularının büyük olması değil, genellikle bağlı kaldığı kulluk bilincidir. Adalet, hukuk, vakıf, bilim, siyaset, mahalleye kadar inen mekan anlayışının farklı olması “Doğulu”, “Türk”, “ecdat” olduğu için değildir. İman kaynağına bağlı olduğu içindir. Onun için sömürmeyi, ırkçılığı onlar da gördüler, biliyorlardı ama kendileri yapmadılar. Osmanlı oldukları için değil, mümin oldukları için. Zaten müsbet anlamda bir Osmanlı’yı anıyorsak bütün o andıklarımız imana, ahlaka uygun olan yönlerdir. Siyaset de böyledir. Yanlışları olmasına rağmen, asıl ana ilkelere bakmak gerekir. O ilkeleri süzüp gösterebilirsem bugün siyasette, ticarette, sanatta, düşüncedeki sorunlara o ilkelere uygun, günümüze hitap eden çözümler geliştirebiliriz diye düşündüm.
Osmanlı’yı göklere çıkaran ve kusursuz bir portre çizenler ile hiç beğenmeyenler arasında nasıl bir denge tutturup o mutedil yoldan gidebiliriz? Bunun yolu ve yöntemi nedir sizce?
Bir kişiyi veya şeyi sadece övenler veya ona sadece sövenler cahildir. İyi ve eksik yönlerini süzerek bir tahlil yapmak ilim gerektirir. Ama bilmek zordur. Çilelidir, takdir edeni hele bizde pek az bulunur. İş bulmanızı, terfi etmenizi kolaylaştırmaz. Maaşınızı ve itibarınızı yükseltmez. Bugün Twitter’daki takipçi sayılarına bakın. En ahlaklı ve alim olanlar mı, en pespaye insanlar mı daha çok kalabalığı çekiyor? Bizim derdimiz kalabalık değildir, adamlıktır.
Cahillik daha ehvendir, alkışlamak veya yuhalamak daha kolaydır. Okuman, düşünmen, araştırman, sentezlemen gerekmez. Masrafsız, emeksiz bir iştir. Sabır ve sebat istemez. Ama bilmek de yapmak da zor işler. Bize gelmez. Tembellik etmek, birileri gelip çözsün demek, sorunlardan şikayet etmek işimize geliyor. Şu ahlaksızlık hiç mümine yakışır mı? Herkes kendi işini daha iyi bilse ve yapsa bu şikayetlerin çoğu ortadan kalkar.
Güç sahibi, hakim ideoloji ne diyorsa tekrarlarsan ak koyun sürüsüne karışırsın. Kara koyun olmak tehlikelidir. Çünkü kendisi olmak direnmektir. Sürüden olmamaktır. Basit olmaya, kellelerden bir kelle olmaya, birilerinin malı olmaya, mal olmaya direnmektir. Dünya nimetlerine, herkesin rağbet ettiğine rağbet etmemek, Rabbine rağbet etmektir. İnşirah Suresi’ni okuyoruz ama tefekkür ediyor muyuz?: “Ve ilâ Rabbike ferğab.” Yani rağbetin, tevcihin, tercihin daima Rabbin olsun. Bu fermana uyan bir insan, Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v.) ve bütün alim ve ariflerin yaşadığı çileye soyunur. Güce değil, partiye-purtuya değil, moda kıyafetlere, kelimelere değil, okuduğu iki dandik kitaba, kalitesiz okula değil; Hakk’a, hakikate, ilme, irfana rağbet eder, güvenir. Kişi kime uyarsa onun dinindedir, yani O’nun yolundadır. O yüzden kimi sevdiğine, kime uyduğuna dikkat etmek gerekir.
Mazereti, suçu başkasına atmayı bırakalım. Düşman düşmanlığını yapacak, sen de kendi işini yap. Buna bakan yok. Çünkü çileli, masraflı iş o. Gençlere özellikle tavsiye ederim: Komploya bakacağına kendi işine bak. Tarihimize bakıştaki bu övgü-sövgü zıtlığı her işimizde var. Futbol, siyaset, kişisel zevkler, insanlar vb. her konuda bir türlü ortaya, vasata gelemiyoruz. Çünkü kendi içimizde bir denge yok ki dışımıza da dengeli bakalım.
Bugün okumuş olanların bile papağan gibi tekrarladığı komplo teorileri de cahillerin işidir... Yarım cahiller üretir, tam cahiller benimser. Yaklaşık bir asırdır bir de bunlarla uğraşıyoruz. Osmanlı’yı masonlar, Yahudiler, İngilizler yıkmış. Doğru, elbette yıkmak istediler. Peki, sen niye yıkıldın? Çok sağlamdınsa başkası sana nasıl zarar verebildi? Mazereti, suçu başkasına atmayı bırakalım. Düşman düşmanlığını yapacak, sen de kendi işini yap. Buna bakan yok. Çünkü çileli, masraflı iş o. Gençlere özellikle tavsiye ederim: Komploya bakacağına kendi işine bak. Tarihimize bakıştaki bu övgü-sövgü zıtlığı her işimizde var. Futbol, siyaset, kişisel zevkler, insanlar vb. her konuda bir türlü ortaya, vasata gelemiyoruz. Çünkü kendi içimizde bir denge yok ki dışımıza da dengeli bakalım.
İlmin esası tefriktir, yani farkları görebilmektir. O halde toptan hükümlerden kaçınmak gerekir. Bu mümin ahlakına da aykırıdır. Bir de bilmek sadece kitaptan olmaz. Kitap insandır. İnsanları da okumalıyız. İkincisi sadece okumak değil düşünmek gerekir. Yoksa kitap yutan çöplük oluruz. Çok okumak bir erdem değil. Düşünerek, özümseyerek, kıyaslayarak okumak esas. Üçüncüsü haddimizi bilmeliyiz. Ama bunu yaparken de kendi kişiliğimizi, özgünlüğümüzü unutmamalıyız. Herkes gibi değerlendirmek zorunda değiliz. Ama bilenlerin değerlendirmelerini bilip, kavrayıp ondan sonra kendi sözümüzü söyleyebiliriz. Kısacası ilim ahlakına uymalıyız.
“Osmanlı üzerine ne kadar konuşursak konuşalım, çoğumuz Osmanlı’nın asırlarca bir dünya gücü olarak yaşadığının farkında değiliz. Hatta onu bir medeniyet olarak tarif edenimiz de az” diyorsunuz kitapta. Bu ifadeler son derece önemli geldi bana. Rica etsem biraz daha açabilir misiniz?
Osmanlı giderek klişeleşti. Cumhuriyet döneminde hem tarihini, hem medeniyetini kötüleme ve yok etme politikasına karşı muhafazakarlar geçmişe aşırı bir övgü getirdiler. Osmanlı’yı hiç bilmeden, anlamadan, dünya içindeki yerini kavramadan boş sloganlarla, aynı laflarla övüp durdular. Bu kesim de o yüzden günümüze o büyük kaynaktan çözümler üretemediler. Zaten şu sıralarda gördüğümüz gibi dini söylem olarak gören kesimler giderek Kemalizm’in adımlarına uyuyorlar. Kınadıkları aşağılık kompleksini tersten benimsemiş durumdalar. Dinimize onlar da oryantalistler gibi bakıyorlar. Tarihimize de, Osmanlı’ya da... Osmanlı sadece bizim ecdadımız olduğu için değerli değil. Dünya medeniyet tarihi için, insanlığın parlak dönemlerinden birisi olarak da çok önemli. Ama biz bırakın dünyayı, daha kendimizi bile bilmediğimiz için kimse dünya tarihi ve medeniyeti içinde Osmanlı’yı anlamlandırmaya yanaşamıyor. Bir şeyi bir şeyle kıyaslamak için iki şeyi de iyice bilmek gerekir çünkü. Bu kapsayıcılık, bilgi, araştırma ve düşünce gerektiriyor. Söylediğim gibi bunlar da çok zahmetli şeyler. Daha zahmetsiz olanı slogan atmak. İster lehine, ister aleyhine...
Kendimizi kaybetmemize, kendimiz ile ilgili meraksızlığımıza en büyük örnek Osmanlı Devleti’nin sınırlarını bile bugüne dek adam gibi çizemememiz. Benim lisede okuduğum 1980’lerin başında tarih kitaplarındaki harita bugün daha büyük bir alanı kapsıyor. Neden? Çünkü hâlâ dünyanın en büyük arşivleri olan Osmanlı arşivlerindeki belgeleri yeterince incelemiyoruz. Yakın zamanda yurtdışında, özellikle Afrika’ya gidenler oralarda Osmanlı eserleri görünce şoka girdiler. Çünkü bize Sudan, Çad, Somali, Cibuti, Mali gibi ülkelerle hiçbir ilgimiz olmadığı söylendi durdu. O yüzden bizimkiler son 20 yılda gittikleri arazide Osmanlı medresesi, çeşmesi, köprüsü görünce şaşırdılar. Başka bir aymazlık örneği: Bugün Batı Afrika ülkelerinde olduğu gibi Fransız ordusunda bile Sipahi adlı birlikler var. Ya bizde? Böyle bir birlik var mı? Yok. Bu bile vaziyetimizi özetler. Aşağılık kompleksinden dolayı “Biz Avrupa’ya bir şey veremeyiz, onlar vermişse vermişlerdir” diye düşündüğümüz için Osmanlı’nın Batı’da diller, adetler, mimari, müzik, siyaset, ticaret üzerindeki etkilerini bile araştırmak aklımıza gelmedi. Benim kitaplarımda çeşitli örneklerle anlattığım devasa ve 1880’lere kadar devam eden bir etkilenme var halbuki.
Siz kitabınızda Osmanlı’yı kendi içinde, kendi şartlarında ve kendi rakipleriyle değerlendirmeyi öneriyorsunuz. Resmi tarih da anlayışına aykırı bir yerde duruyorsunuz. Sizin yapmaya çalıştığınız bir tarafıyla uzun ve yorucu bir yolculuk. Nereden başlamak lazım, nasıl yol almak gerekiyor?
Bir kere bakışımızı düzelteceğiz. Kendimize yabancı gibi bakmaya, kendimizi sanki bir batılıya anlatıyormuş gibi ezik davranmaya, tercüme kavramlarla konuşmaya son vereceğiz. Kendimizi, birikimimizi, kavramlarımızı önemli ve değerli göreceğiz. Çünkü böyle görmeyen onu öğrenmez. Öğrenmeyen üretmez, üretmeyen etkilemez. Bu değeri tesbit ederken de tevhid bakışıyla bakacağız. Osmanlı’nın da tozunu-toprağını değil, altınını-mücevherini tesbit edip alacağız. Mesela “kardeş katli”ni bir erdemmiş gibi yüceltip durmayacağız. Çünkü o adı üzerinde “katil”dir. Güzel ve örnek alacak bir tarafı yok. İşe yaradı diye bir şey hayırlı addedilmez. Ben de bu vahşi uygulamanın işlevini anlıyorum ama onaylamıyorum. Çünkü cinayet cinayettir dinimize göre...
Demek ki Osmanlı’nın kıymetli yönlerine talip olacağız. Dolmabahçe’yi değil Topkapı’yı yapan anlayış gerçek Osmanlı’dır, çünkü orada tevazu esastır. Mümin tevazuya kıymet verir. Yoksa boş boş Hazreti Ömer Efendimiz’in halife olduğundaki tevazusunu anlatıp dururuz. Mesele; bu değeri içselleştirip, her şeye, herkese, her modaya rağmen o ilkeyi hayatımızda ihya etmektir.
Bilmekle de kalmayacağız. Osmanlı aklına bağlandıkça bugünün işlerine bazı ibretler, dersler, ilkeler tesbit edeceğiz. Mesela kuş sarayını aynen yapmayacağız, bugün sokak hayvanları için aynen kuş sarayı gibi güzel, doğru ve hayırlı tasarımlar yapacağız. Ben bunu geçen sene Kayseri’de, bu sene de Eyüpsultan’daki Medeniyet Atölyesi programlarımda talebelerimle yapmaya çalışıyorum. Önce kuş sarayını doğuran imanı, nassı, sünneti, zevki talebelerime gösteriyor, sonra onlar bunu kavrayınca da onlara aynı ilkeleri yansıtacak şekilde bugünün araçlarıyla bugünün çözümünü geliştirmelerini istiyorum. Ortaya gerçekten şaşırtıcı derecede özgün, yararlı ve işlevsel işler çıkıyor. Bunu cami, ev, medrese, kervansaray, devşirme sistemi, sadaka taşı, vb. pek çok medeniyetimizin özgün eserlerine uyguluyoruz.
Geleneği övmek değil, onu kuru kuruya anlatmak değil, o geleneği bugüne taşımak gerekir. Bunun için sağlam bir bakış, engin bir bilgi, her şeyden önce tevhid duygusu gerekir.
Buradan o halde Osmanlı’yı kuran ve neredeyse devletin sonuna kadar devam eden üç ana düşünce ekolünü konuşarak devam edelim. Sizin tahlilinize göre bu ekoller üç isim üzerinden ilerliyor: Mevlana, İbn Haldun ve İmam-ı Azam. Neden bu üç isim, etki alanları nedir ve birbirleriyle kesiştikleri noktalar var mı?
Bunlar ana düşünce ekolleri değil. Osmanlı’daki hukuk, güç ve toplum düzeninin şekillendiren üç tevhid zirvesi. Üçü ayrı ayrı şeyler değil. Üçü de imana, şeriata, sünnete, ahlaka dayanıyor. Çünkü her toplumda hangi alan olursa olsun hepsinin dayandığı tek bir esas vardır: O da dindir. İster bilinen dinler olsun, isterse kapitalizm veya rasyonalizm gibi uydurulmuş dinler olsun.
Neden bu isimleri seçtiğimizi “Osmanlı Aklı”nda anlatmaya çalışmıştık. Osmanlı hukuk anlayışını İmam-ı Azam Hazretleri, devlet anlayışını İbn Haldun, toplum anlayışını da Mevlana Hazretleri oluşturmuştur. Her düzen hukuka, devlete ve topluma dayanır çünkü. Bana sorarsanız Osmanlı’nın kuruluşu aşamasında Hakk’a yürüyen Mevlana Hazretleri Osmanlı’nın manevî kurucusudur. Çünkü siyasetten ticarete, müzikten medreseye kadar O’nun şeriatı muhabbet ile yorumlaması esas olmuştur. İnsanları inşa eden tarikatlerdir, devletler değildir...
Bizim krizimiz siyasi değil, manevîdir. Hâlâ gerçek gücün adamlık olduğunu, adamlığın da müminin esas sıfatı olduğunu anlayamadık. Lütfen artık kendimize gelelim. Peki kendimiz dediğimiz kim? “Allah’ın kulu.” Yani Osmanlı’yı da, Endülüs’ü de, Buhara’yı da, Hindistan’ı da özgün ve farklı kılan bu... Yoksa Roma da, bugünkü ABD de medeniyet. Osmanlı ile aynı şeyler mi bunlar? Asla! Osmanlı son zamanına değin adalet, hukuk, insanlık derken bunlar zulüm, yalan, aldatma diyorlar. Aradaki fark ne? Osmanlı müminlerin kurup yönettiği; güzelin ve doğrunun en azından esas alındığı bir medeniyet. Onun da dahil olduğu asıl medeniyetin adı “tevhid medeniyeti”dir. O zaman bizim müziğimizin de asıl adı “Türk müziği” değil, “tevhid müziği”dir. Siyasetimizin, ticaretimizin, mimarimizin, vakıflarımızın, medresemizin, dergahımızın temel vasfı yine tevhid.
İki asırdır Allah ismini, İslam ismini çok anıyoruz. Ama Allah’ı zikretmiyoruz, İslam’ı fikretmiyoruz. Yalana-dolana bir son verelim. Tevhid ehliyiz, işimiz de budur, gücümüz de... Bugün de insanlığını kaybeden Batı’nın da, Doğu’nun da ihtiyaç duyduğu işte bu tevhid insanıdır. Benim davam da bu, bu iki kitabın özeti de bu...