
Rukiye Karaköse Psikoterapist olarak çalışıyor. Maneviyat/nefs psikolojisi üzerine araştırma ve uygulamalar yapıyor. Bir yandan doktora öğrenimi sürüyor. Bir yandan da alanıyla ilgili seminer ve konferanslar veriyor. Yayımlanmış kitap çalışmaları var. Türk sanat musikisi eğitimi aldı. Kendisiyle seyahat etme üzerine konuştuk.
“Seyahat etme” üzerine kapsamlı çalışmalar yapıyorsunuz ve Seyahat Terapi isimli bir kitabınız var. Bu anlamda seyahat sizce neyi ifade ediyor ve insana neler katıyor?
Eskiden de seyahat ederdim ama özellikle hocam Dr. Mustafa Merter’in tavsiyesi ile seyahati uzun yıllardır bir ilaç olarak hayatıma kattım. Özellikle de insanla çalışan meslekleri icra edenlerin, kendi sağaltımları için seyahat çok önemli.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Seyahat edin, sıhhat bulursunuz” buyurur. İnsan ruhu, kâinatta geçerli olan hareket kanununa tâbi olarak hareket etmekle rahatlar, mutlu olur. Çalışan insanların, tembellik edenlerden daha mutlu olmalarının hikmeti de budur.
Ayrıca, her yenilikte bir lezzet vardır. Seyahatte de yeni mekânlar, yeni havalar, yeni arkadaşlar, yeni meşgaleler olur. Bu çok yönlü yeniliklerden dolayı da ruhta bir ferahlık oluşur, bu da sağlığa yardım eder.
Seyahat; zahiren değişik yerleri, değişik insanları görmek ise de gerçek anlamda kişinin çeşitli esma tezahürleriyle yüzleşme fırsatı yakalamasıdır.
Gidilen her mekan, görülen her insan; bizde mevcut olduğu halde o güne kadar farkına varamadığımız, kapalı olduğumuz, kendimize uzak saydığımız, belki de hiç görmek istemediğimiz yanlarımızın açığa çıkışına yardımcı unsurlar olarak karşımıza gelirler.
Her seyahat; kendi iç dünyamıza tutulan bir aynadır.
Her seyahat; beynimizin kapalı devrelerini yine beynin en rahat ve en keyifli biçimde kullandığı, insanoğlunun en kolay kavrama ve öğrenme aracı olan “görsellik” ile mevcut veri tabanını yenileme, değişim ve dönüşümü tecrübe etme vesilesidir.
Mekanların ve insanların enerjisi; bastırılan duyguları, görülmeyen yargıları, saklanan ilgi ve nefretleri hızla açığa çıkarır. Kişi; bazen bu sahnelerde beşeriyetine teslim olup öfke, hırs, kaygı girdaplarına düşerken, bazen de bulunduğu vadiden yaylalara yükselme, ufukları daha yüksekten seyretme şansına kavuşur! Çünkü kişinin bilinçaltının en hızlı ve en çıplak olarak açığa çıktığı üç hâlin; yani “yemek”, “yol arkadaşlığı” ve “alışveriş”in üçünün birlikte yaşandığı yegâne durum seyahatte bulunur.
Asıl seyahat, mekana ve insana seyahatten öte; açığa çıkmış bilgi ve düşüncelere doğru yargısız, perdesiz, hesapsız yol almaktır.
Asıl seyahatten murad, yanında valiz taşırcasına eski bilgileri ve bakış açılarını her yere gezdirmek değil; sahip olunanların bazılarını gidilen, görülen yerlerde çöpe atmak, eskileri yenisi ile değiştirmektir…
Seyyah ile turist/gezgin arasında ne fark vardır?
Her ne kadar birbirinin yerine ve yakın anlamda kullanılsa da esasen seyyah ve turist kelimeleri farklı anlamlar barındırır. Seyyah olmak farklıdır. Turist, kendine sunulanı görür, yaşar, öğrenir; oysa seyyah kendi görmek istediklerini görür, arzuladığı şeyleri yaşar. Kimseye tâbi değildir. Seyyah; gördüklerini, yaşadıklarını biriktirir. Bir kez gider, binlerce kez yaşar.
Seyahat etmek, tecrübe kazandıkça daha zevkli hâle gelir; korkular azalır, bir süre sonra yerini eğlenceye bırakır.
Kaleme aldığınız eserde, Evliya Çelebi’ye de yer veriyorsunuz. Coğrafyamız ve ülkemiz için, Evliya Çelebi’nin önemi nedir?
Evliya Çelebi (ö.1095/1684) ülkemizde bilinen en ünlü Seyahatnâme’nin yazarıdır. Evliya Çelebi on ciltlik eserini elli yıldan fazla bir süre seyahat ederek yazmıştır. Yaşadığı zaman dilimini düşünürsek olağanüstü bir vizyona ve ufka sahiptir Evliya Çelebi.
Evliya Çelebi bir gün hayatını değiştirecek bir rüya görür. Bunu da tüm ayrıntısıyla Seyahatnâme’nin giriş kısmına yazmıştır. Rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v.) Ahi Çelebi Camii’nde gören Evliya Çelebi, Efendimizin huzurunda heyecandan; “Şefaat ya Resûlallah!” diyeceğine, “Seyahat ya Resûlallah!” diyerek Seyahatnâme’yi yazacağı o engin yolculuğuna 1630 yılında başlamış oldu.
Çelebi, önce İstanbul’u karış karış gezdi. Kenar semtlerdeki kahvehanelerden pazar yerlerine kadar her şeyi ve her hadiseyi gözlemledi. Dersaadet’teki yolculuk sona erdikten sonra Anadolu’ya doğru yola çıktı. İzmit ve Bursa’dan geçerek Karadeniz’e vardı. Büyük kâşif, içindeki seyyahın dinmek bilmez keşif isteğiyle Kırım’a gitti. Melek Ahmet Paşa sadrazam olunca Rumeli’ye birlikte gittiler. Gümülcine, Sofya ve Arnavutluk da; Çelebi’nin adım adım gezdiği topraklar arasına dâhil oldu. Seyahatlerinde gördüklerini bir bir sayfalara kaydediyordu.
Gezdiği ülkelerin siyasi durumu, tattığı farklı yemek çeşitleri, halkın bağlı bulunduğu adet ve alışkanlıkları gözlemledi ve on ciltlik Seyahatnâme adlı muazzam eser böylece ortaya çıktı.
Üniversiteli gençlere, öncelikli olarak nerelere ve hangi ülkelere/bölgelere seyahat etmelerini önerirsiniz? Bir güzergah belirleyecek olsalar, nasıl bir tercih yapmalılar?
Öncelikle yurt içinde olabildiğince çok yer görmelerini, yedi bölgenin belli başlı şehirlerini mutlaka ziyaret etmelerini tavsiye ederim. İstanbul’u, Mardin’i, Urfa’yı, Trabzon’u, Amasya’yı, Bursa’yı, Edirne’yi, Konya’yı, Kayseri’yi, Van’ı ve daha pek çok şehrimizi görmelerini, oralarda birkaç gün geçirip havasını solumalarını isterim.
Yurtdışı söz konusu olduğunda ise inançlı gençlere umre ile başlangıç yapmalarını tavsiye ederim. Kudüs mutlaka görülmeli. Havası teneffüs edilmeli, tarihi tefekkür edilmeli.
Balkanları, oradaki ata mirası toprakları da mutlaka görmelerini isterim. Coğrafyamızı daha iyi tanımak adına, komşu ülkeleri de ziyaret etmek çok önemli. Bundan sonra mutlaka Avrupa ülkelerini de görmek gerek.
Öğrenci iken daha az konfora razı olunduğunda, düşük bütçe ile pek çok seyahat yapmak mümkün. Ayrıca Erasmus, yaz stajı, work and travel gibi seçenekleri değerlendirerek ve uluslararası STK’larda gönüllü olarak da pek çok ülkeye gitmek mümkün.
“Her seyahat, kişinin iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur” diyorsunuz ve önemli olan meselenin hedefe varmak değil, yolda olmak olduğunu belirtiyorsunuz. Yolculuk yapmak ile kendimizi keşfetmek arasında nasıl bir bağ var?
Yeryüzünde en zor işlerden biri, insanın “kendini tanıması”dır. Pek çok din ve öğretinin temelinde yatan, tapınak girişlerine yazılan, mistik tekamül sistemlerinin birinci kuralı ve emri budur: “Kendini tanı!” Oysa bu, kendi başına halledilmesi çok kolay bir mesele değildir.
Bu yolculuk hayat boyu sürer ve biz yolculuk boyunca çeşitli “ayna”lara ihtiyaç duyarız. Bu ayna bazen bir dost, (mümin müminin aynasıdır), bazen bir üstad, bazen de yol arkadaşlarımızdır. İnsan, deneyimlerin içinden geçer, yaşadıklarının ve tanıdıklarının aynasında kendine yeniden bakar. Her tecrübede, aynada yeni bir “ben” görür. Bu, sürekli değişmekten ve yeni bir kalıba girmekten ziyade, kişinin katman katman kendi benliğini keşfetmesi demektir.
Kişi, her bir yolculukta, her bir yoldaşla, her bir sınavda kendi benliğini kat kat soyar, kendinin bile bilmediği dehlizlerine yolculuk yapar.
Tıpkı kitapta geçen Simurg hikâyesindeki kuşlar gibi, uçuşumuz, seferimiz aslında kendimizedir. Kendi içimizdeki mikro âlemi keşfetmeye yarar seyahatler.