Hayat bir seyirdir. Bu seyrin bir içe bakan yönü var, bir de dışa bakan yönü. Asıl olan insanın kendi içindeki yolculuğudur. Ama bunun başlaması için, bulunduğu yerden başka bir yere sefere niyet etmek, ayağa kalkmak ve harekete geçmek gerekiyor. İnsan yola düştü mü, içinde mesafe almaya başlıyor. Biz o yüzden yolu ve yolculuğu seviyoruz. Bir yolcu olduğumuz şu alemde bize ne olduğumuzu ve ne yapmamız gerektiğini hatırlatan en iyi işlerden birisinin sefer ve seferilik olduğuna inanıyoruz. Ataleti, bir yerde takılı kalmayı ve durgunluğu sevmiyoruz. Sürekli seyr halinde olmayı önemsiyor, illa bir yerde duracaksak seyr halinde durmak gerektiğini düşünüyoruz. Son tahlilde bırakıp gideceğimiz muvakkat bir alemde, hakkımızdaki muradı bulmanın en kestirme yollarından birisi seferdir. Biz Yunus gibi bir yerde kararı olmayanlardanız: “Benim burada kararım yok/Ben yine gitmeye geldim.” Dünyadan geçip gideceğiz madem, sürekli dolaşmak, sefer halinde yaşamak buraya en uygun iş ve oluştur. Kendi sırrımızın peşine düştük, içimizde aşk, önümüzde yol var. Biz seferîyiz.
Esenler’in karmaşık sokaklarından Bayrampaşa’ya doğru amaçsız yürüdüğüm eski çocukluk günlerimde, yürüyüp gitmek isteğini güçlü bir şekilde hisseder ancak buna neyin sebep olduğunu anlayamazdım. Yine de bazen saatlerce bazen de gün boyu yürür dururdum. Hızla geçen arabaların uğultularıyla otoban kenarından Fatih’e kadar yürüdüğüm günün özel bir anlamı yoktu. Gitmek istiyordum ve param yoktu, ben de yürüdüm. Otogar en sık ziyaret ettiğim yerlerden biriydi. Yolcular gelir, yolcular gider, insanlar sarılır, valizler iner, muavin çocuklar koşturur, berbat tavuk dönerler aceleyle sipariş verilir ve ben büyük hayretle izlerdim. İnsanlar ne yapıyor, nereye gidiyor, neden gidiyor, nasıl hayatları var, nasıl konuşuyorlar?
Belli belirsiz bir kavrayışla, çoğu zaman sokağın ve yolun akışına bırakarak kendimi, yürüdüm durdum. Sirkeci sahilde geçen yorgun bir günün ardından yürüdüm Esenler’e, başka bir gün de Yenibosna’dan. Şimdi buradan bakınca, anlıyorum ki mahallemin sınırlarını aşmak, kurtulmak, kavramak istiyordum. Ancak nereye kadar yürürsem yürüyeyim sonunda yaşadığım yere, evime, Esenler’e dönüyordum. Yürümek beni dünyanın merkezinden, hayatımın merkezi Esenler’den yeterince uzaklaştırmıyordu. Bu durumda kitaplara başvuruyor ama yürümekten de vazgeçmiyordum. Belki de kitapların zihnimde açtığı yollar yüzünden oluyordu bütün bunlar. Buradan daha ötede bir hayat olmalıydı, daha başka bir hayat, daha farklı insanlar... Dünyada neler olup bittiğini öğrenmeliydim.
Dünyanın merkezinden kenar mahallerine doğru yaptığım yolculuklar için Akbil’imin dolu olması yeterliydi.
Böylece dünyanın merkezini Esenler alarak yolculuklar yapmaya başladım. Her seferinde bir semte, bir mahalleye uzanıyor, açlık ve yorgunluk beni perişan edene kadar açılıyordum. Bağcılar’ı aşıp İkitelli Evren Mahallesi’ne vardığımda ilk çocukluğumun hatıralarını tekrar yaşamak istemiştim, oysa hâlâ çocuktum. Bir parkta biraz oturup aynı yoldan tekrar dünyanın merkezine geldim. Yürümekten çekindiğim yoktu ancak daha uzaklara gidebilmem gerekiyordu. Toplu taşıma ağını kullanacak yaşa geldiğimde aklı başında kimsenin gezmek niyetiyle gitmeyeceği semtlere mahallelere gitmeye başladım. Avcılar Ambarlı’yı, Tuzla’yı, bir kış günü Selimpaşa’yı, Sinanoba’yı gezdim. Yeşilköy’de Geçici Lale sokağını gördüğümde inanamadım. Küçük bir sokağın iki yanında tek katlı gecekondu evler diziliydi ve bu kısacık yol onca hareketin, şamatanın, karmaşanın dibinde neredeyse gizlenmiş gibiydi. Böylesine görünmez olmalarının sebebini anlayabiliyordum ama yine de sokağın ismindeki “geçici” kelimesi ilginç gelmişti. Sebze meyve halleri, sanayi siteleri yolumun düştüğü yerlerdi ama en çok Matbaacılar Sitesi’nde yürümek beni mutlu ederdi. Dükkânların kapıları daima açık olurdu ve yürüyüp giderken nasıl çalıştıklarını görebilirdin.
Yeryüzünün en sıradan semtlerinin en sıradan mahallelerinde, arka sokaklarında yürürken kalbim heyecanla çarpıyordu. Kapılar, pencereler, balkon mermerleri, antenler, okuldan dönen çocuklarını karşılayan anneler, balkonda sigara içen adamlar, kurutmak için asılan çamaşırlar, hüzünler, kavgalar, korkular, kahkahalar, çekirdekler, çaylar, sokağa dolan şarkılar, bodrum katlarındaki konfeksiyonlardan gelen sesler ve pencere kenarlarının müdavimi yaşlı kadınlar. Hepsi ama hepsi bana ilginç geliyor, herkesin bambaşka hayatlarının, bambaşka dertlerinin olması beni hayrete düşürüyordu. O kadar çok insan ve o kadar çok mesele vardı ki ve hepsi öylesine aynı anda yaşanıyordu ki, bu inanılmazdı. Bütün bunlar nereye gidiyordu? Bir çocuk kardeşiyle kavga edip ağladığında ve sonrasında sustuğunda, bu nereye gidiyordu? Yaşlı bir kadın yıllardır balkonun aynı yerinde oturup ziyaretine gelmeyen çocuklarının yolunu gözlendiğinde, bu nereye gidiyordu? Bütün bunlar nerede toplanıyor, nereye kaydoluyordu? O mavi kapı boşuna eskimiş olamazdı? Bir şeyler olmalıydı. Anlamlı bir şeyler. O anda, ben o sokaktan geçerken, dünyanın her yerinde, bambaşka şeyler yaşanıyordu.
Ne kadar çok duygu, ne kadar çok bilgi, ne kadar çok yaşanmışlık vardı ve ben bunların içinden yürüyüp giderken nasıl da kendimden geçiyordum.
O günlerde hissettiğim şeyleri tarif edecek kelimelerim yoktu, sadece yürürken kalbimin daha hızlı attığını fark ediyor arka sokakların büyüsüne kapılıp kendimi harap ediyordum. Nasıl olur da Menekşe’ye hayret etmezdim, bir yanda lüks ve ihtişam hemen yanı başında pencereden baktığında içindeki hayatı görebildiğin gecekondular vardı. Artık sürekli gidip geldiğim rotalarım olmuştu. Yenikapı Langa’yı geceler ve gündüzler boyu onlarca defa yürümüştüm. Her milletten insanın olduğu bu dar Langa sokaklarında yürüdüğümde Türkiye’nin dışına çıktığımı hissediyordum. Çoğu kaçak yollarla ülkeye girmiş insanların yıkılan hayallerini ve yaşantılarını görmek acı verse de onların arasına karışmadan edemiyordum. Yeşil masa örtülü bir kahvehanede okey oynayıp çay içen Afrikalı gençlerin hali film sahnesi gibiydi. Bodrum katlara açılan lokantalarda tavuk döner yiyen Bangladeşli gençler ne düşünüyordu, buraya geldikleri için pişman olmuşlar mıydı? Kumkapı’da geri gönderme merkezini gördüğümde içimi tarifsiz bir acı kaplamıştı. Burası göçmenlerin ve kaçakların en çok korktuğu yerlerden biriydi.
Afganistan’dan yeni döndüğüm günlerde kaçak yollarla Türkiye’ye gelmiş bir grup Afgan gencin ziyaretine gittim. Langa’da küçük ve ısıtma sistemi olmayan berbat bir evde on beş kişi kalıyordu. Afganistan’a gittiğimi öğrendiklerinde bana daha fazla yakınlık gösterdiler. Sofraya kuruyemişler geldi ve geleneksel nane çayları demlendi. Evdeki herkes misafir ağırlamanın telaşı içindeydi. Onlarla uzun uzun muhabbet ettim. Macera ve acı dolu yolculuk hikâyelerini dinledim. Yolculuktan yeni gelen çocukların hasta ve perişan hallerini gördüm. Bazıları İran’da hapse düşmüş ama rüşvetle kurtulmayı başarmıştı. Bazıları günlerce yürümüş kaçakçıların işkencesine uğramıştı. Yolda yaralanan ve ölen gençlerin hikâyesini olağan bir şeymiş gibi anlattılar. Bazıları iş bulmuş çalışıyordu, bazıları da hâlâ iş arıyordu. Biraz para kazanıp ülkelerine geri döneceklerdi. Aralarında Avrupa’ya kaçmanın yollarını arayanlar da vardı.
Gördüklerim bana ağır gelmeye başladığında anlatarak hafifliyor, sorumluluğu paylaşıyordum. Uzakları yakın etmekti bu dünyadaki görevim, teselliyi bunda buldum.
Çocukluğumdan beri peşinde koştuğum başka hayatların içine girmeye başlamıştım artık. Üstelik işim de bu olmuştu, kıtalar aşan ve mazlumların dertleriyle dertlenen insanların yanındaydım. Suriye’de savaşın kalbine yolculuklar yaptım böylece. Ve yeryüzünün en mazlum halklarından biri olan Arakanlıların hayatlarını gördüm, evlerine girdim, sofralarına oturdum, ellerine dokundum. Depremden sonra Haiti’yi, Tsunamiden sonra Açe’yi gördüm. Endonezya’ya ayak bastığımda fark ettim ki bu ülkede iki yüz milyon Müslüman vardı ve ben onların varlığı üzerine hiç düşünmemiştim. Farklı tarihleri ve çok farklı dertleri vardı. Türkiye’de konuştuğumuz konuları konuşmuyor, bizim için olağanüstü önemli olan meseleleri tartışmıyorlardı. Onların da kendi meseleleri vardı. Yolculuklarımda başka hayatlara dokunuyor, dünyanın bizden ibaret olmadığını daha çok hissediyordum. Başka kültürlere, başka kavrayışlara şahit oluyordum. Her yolculuk kalıplarımı kırıyor, ezberimi bozuyor, sivri yanlarımı törpülüyordu. Kültür ve gelenek ne ilginç şeylerdi. Birlikte yolculuk yaptığım insanların çoğunun başka kültürlere karşı geliştirdikleri tepkileri de anlamakta zorlanıyordum. Başkalarının dini yaşayış biçimlerine, örflerine, yemeklerine söylenip duruyorlardı. Oysa farklı dünyalar bana keyif veriyor ve hayretim hiç bitmeden artarak devam ediyordu.
Dünya karşıtlıklarla doluydu. Modern şehirler ve ıssız çöller arasında yaptığım hızlı geçişler zihnimi şoka uğratıyordu. En çok da tezatlar ilgimi çekiyordu. Bir zamanlar dünyadaki en büyük kule olan Malezya’daki Petronas kulelerinin dibinde otururken tezatlar üzerine zorunlu olarak tekrar düşündüm. Akşam vakti binlerce insan fotoğraf çekilmek için kulenin önüne gelmişti. Bahçede devasa bir havuz vardı ve fıskiyeler müziğe ayak uydurarak su oyunları icra ediyordu. Sular metrelerce gökyüzüne çıkıyor, havada figürler oluşuyor, renkli ışıkların cümbüşü ve müziğin sesi fazlasıyla etkileyici bir atmosfer oluşturuyordu. Teknik, teknoloji, emek, yatırım, ihtişam ve eğlence... Bir önceki günü Maiga adasında geçirmemiş olsaydım, bu olay bana o kadar da ilginç gelmeyebilirdi. Ama denize inşa ettikleri tek odalı tahta evlerde, ışıksız, susuz, teknolojisiz, okulsuz, hastanesiz, eşyasız yaşayan insanların hikâyesinden dönüyordum. İki dünya arasında uçurum vardı. Ben her zamanki gibi yine hayret ettim. Karanlıkta merdivenlere oturmuş suların renkli dansını izliyorduk. İşte bunları anlatmalıyız, dedim Emre’ye. Tam da bu tezatın olduğu yerde durmalıyız, bu muhteşem atmosferden bu şatafattan, çölde su bulabilmek için dokuz gün yolculuk yapan deve çobanı çocukların hikâyesine geçmeliyiz. Öfkeliydim, belki de bu sebepten sahneler hızlıca belirdi ve orada bir belgesel fikri daha ortaya çıktı. Anlatacak ne çok şey vardı. Kuala Lumpur sokaklarında, devasa binaların arasından yürüyerek kalacağımız yere tekrar döndük.
Turistler Banaue pirinç teraslarını seyredip, insanların fotoğraflarını çekip gittiler. Burada bir hayat vardı, burada yoksulluk içinde yaşamaya çalışan insanlar vardı. Görmediler, fark etmediler.
Tarihi eserler, eski camiler, kiliseler, bin yıllık buluntular veya müzeler ilgimi çekmiyor aksine insanın hala içinde yaşadığı, gündelik hayatını geçirdiği, yaşayan mekânlar beni büyülüyordu. Orada bir sahne vardı ve hikâye hala akmaktaydı. Hikâyenin içine girmek ona şahit olmak ve bazen de parçası olmak çok garipti. O yüzden sokağın güçlü olduğu Asya ülkelerinde adımlamak benim için eşsizdi. Her yıl üç yüz bin turistin uğradığı Filipinler’deki iki bin yıllık Banaue pirinç teraslarına gittiğimde de, Zanzibar’ın turkuaz sahillerine indiğimde de turistleri anlamakta zorlanmıştım. Sahillerden kaçıp tekin olmadığı için turistlerin asla uğramadığı arka sokaklara bir gece vakti daldığımda yaşadığım heyecan 16 Şubat 2017 tarihli günlüğüme tam olarak şöyle geçmiş:
“Akşam olduğunda Emre’yle sahilde biraz oturduktan sonra arka sokaklara doğru yürümeye başladık. Nungwi’de halkın yaşadığı yerleri gündüz görmüştüm ama gecesi bambaşkaydı. Çok az ışık olmasına rağmen sokaklar hareketliydi. Bir kaç fırının önünden geçtik. Ekmekler fırından daha yeni çıkmış ve etrafı güzel kokular sarmıştı. Bir odanın içinde bizim evlerde kullandığımız fırınlar gibi veya daha eski türden iki ya da üç fırın vardı. Küçük tepsilerle hazırlanan ekmek ve çörek hamurları bu basit fırınlarda pişiriliyordu. Daha sonra bakkallar ve elbise satan yerler gördük. Sokaklara girerken ister istemez tedirgin oluyorduk. Çünkü ışıksızlıktan çoğunun sonu gözükmüyordu. Sokağın sonu var mı yok mu belli değildi. Üstelik bugün ay ışığı da yoktu. Biz yürüdükçe insanlar selam veriyor, gece vakti o sokaklarda ne yaptığımıza anlam veremiyor, kaybolduğumuzu zannediyorlardı. Elbette etrafta hiç turist yoktu. Onlar çitlerle ayrılmış sahil tarafında, otel ve kulüplerde eğlenmenin derdindeydi. Halkla turistlerin yaşadığı dünya arasına hem fiziksel hem psikolojik bir set çekilmişti.
Nungwi’nin arka sokaklarını gece gezmek, bu yolculukta yaşadığım en güzel anlardı. Ne tarihi eserler, ne de olağanüstü manzaralar... En sıradan arka sokakları gezmek ve insanların hayatlarına şahit olmak, beni bu dünyada heyecanlandıran nadir şeylerden biriydi. Yürürken kalbim hızla çarpmaya başladı. Kaybolana kadar yürüdük. Karanlıkta hislerimizi kullanarak geri döndük.”
Hâlâ durmadan yolculuklar düşlüyorum.
Sekiz yaşında Esenler’den Bağcılar’a yaptığım yürüyüşle başlayan yolculuk önce beni İstanbul’un bütün semtlerine sonra da dünyanın başka ülkelerine taşıdı. Biraz daha büyüdüm ve Myanmar’ın, Filipinler’in, Küba’nın, Haiti’nin, Pakistan’ın, Sudan’ın, Lübnan’ın, Tanzanya’nın ve onlarca ülkenin sokaklarını yürüdüm. Eminönü’nden Üsküdar vapuru kalkarken Çad çöllerinde gece vaktiydi ve ıssız çölde karşılaştığım deve çobanlarıyla yıldızlar altında uykuya hazırlanıyordum. Güngören’de bir kadın balkon duvarına yaslanmış sokağı izlerken Zanzibar’da bir adam dükkânı kapatıp eve gitmek üzereydi. Selam verip içeri girdim.
Yollar Bana Dostluğu Öğretti
Şengül Kalaycı
Bir yazıda okumuştum, “Yol ile yolcu arasındaki en büyük engel kapının eşiğidir” diye. Bunu, içimdeki seyahat etme arzusunu engelleyemeyip, yola çıktığımda anladım. İlk olarak hedefimde çevrem vardı: İstanbul’da yaşıyorum ama gezip görmediğim o kadar sokağı, hatırası, tarihi eseri vardı ki... İstanbul sokaklarında kayboldum, ardından Bursa’da konakladım, Sivas’ta, Erzurum’da, Rize’de, Trabzon’da insan hikâyeleri dinledim. “Doğu’nun Paris’i” dedikleri Diyarbakır’da Ulu Cami’de namaz kıldım, Mardin’de, Urfa’da, Gaziantep’te başka bir ben oldum. Yolda bir şeyi daha öğrendim: Dostluk. Bir insanı en iyi tanıyacağınız yöntemin yolculuk yapmak olduğunu gördüm. Refiklerimle beraber “Bu kadar yetmez bize” dedik ve seferimiz için tekrar rota çizdik. Can Azerbaycan’da, Batum’da, Tiflis’te kendimize ait sözler bulduk. Azığımız samimiyet, yakıtımız muhabbet oldu. Şimdi yeni rotalar belirledik ve Allah izin verdiği sürece dünyayı keşfetmeye devam edeceğiz.
Ülkemi Bir de Uzaktan Gördüm
Yunus Emre Altun
Erasmus Anadolu’da öğrencilik yapan öğrencilerin etraflarında çok karşılaşmadıkları bir durum olduğundan planlarında da olmayan bir program açıkçası. Benim de öyleydi. İstanbul’da okuyan bir arkadaşım yurtdışı projelerine katıldığından bana da bahsetmesi üzerine ben de kendi üniversitemde araştırdım ve Polonya’ya gitmek nasip oldu. Erasmus bir başka ülkede öğrenciliğinin devam etmesinin yanında oranın dini, resmi, yöresel tüm detaylarını da yaşadığın program olduğunu gidince anlamış olduk. Gitmeden önce söylemişlerdi fakat yaşamak daha farklı oluyor. Arkadaşların, komşuların, gittiğin market, yiyebileceğiniz yemek ve bunların zorlukları yanında çözümünü de getiriyor haliyle. Amacım farklı bir kültürü tüm detaylarıyla öğrenmek olarak gittiğim bu programda “pierogi”nin nasıl yapıldığından, “zapiekanka”nın nasıl pişirildiğine amacımıza ulaşmış olduk diyebiliriz.
Avrupa gençlerini okuldan arkadaşlarımızın mefkûresini yakından görme şansımız oldu. Okulu bitirip para kazanmak, hepsi bu. Hayalleri genel olarak bundan ibaret. Paylaşma, aile yapısında saygı ve huzur, yardımlaşma gibi konularda çok üzücü sonuçlar gördüm. Şöyle anlatayım; ders arasında bir arkadaş bisküvisini yerken yanındakine siz de alır mısınız? dediğini hiç göremedim. Anne-babasını sadece ay başında para göndermek için arayanları çok gördük. Sınıftayken ya da yolda birinin yardıma ihtiyacı olduğu durumda bir el atayım dediklerini de hiç göremedim. Bunlar 1 yıl boyunca etrafımda olan olayların büyük kısmında gördüklerim. Bizim ülkemizde bunları görmüyor muyuz? diyebiliriz fakat bu istisnadan öteye geçmez.
Gittim, Gördüm, Gezdim ve Biriktirdim
İsmail Yasin Avcı
“Yol, insanı adam eder” demiş atalar ve hududu çizmişler; “Evvel refik, badel tarik.” Hakiki bir refik ile Allah’ın rızası umularak çıkılan her seferin, ruhu olgunlaştırdığına inanırım. Bu, öyle efsunlu bir sırdır ki duymak yetmez; yaşamak şarttır. Her daim kulaklarda çınlayan “gönül coğrafyası” sesinin manasız bir tını olmadığını anlamak için vefa hikayeleri ile kaim Balkanları arşınlamak gerekir. “Akan bir nehrin kenarında da olsan suyu israf etme” hadis-i şerifine iman için çocukların başlarında kovalarla su taşıdığı Afrika’da bir bardak suyla abdest almak gerekir. Mazide İslam medeniyetinin beşiği iken atide zalimin otağı olan Türkistan’ı hissetmek için karlı bir kış gününde Orta Asya bozkırlarında soluklanmak gerekir. Anadolu’nun, ümmetin son umudu olduğunu idrak için Suriye harabelerinden Halep’i seyreylemek gerekir...