
Tasavvuf miladi yedinci yüzyıldan itibaren çok güçlü bir müfredat oluşturmuş. Bunu sürekli güncellemiş, bu çok önemli. Sürekli mevcut şartların muvacehesinde, ışığı altında bir daha yorumlanıyor ve adapte ediliyor. Böyle olduğu için kolay sirayet ediyor. Bütün dünyadaki bu yayılma, dünyanın her tarafında bu öncelik, dervişlik, alperenlik biraz buralardan geliyor.
Bu söyleşimiz çoğunlukla sizin hikayenize odaklansın istedik. Sizin çocukluğunuzu, yetiştiğiniz muhiti sizden dinlemek; hem sizi, hem de o dönemin Türkiye’sini anlamak için çok pratik bir yöntem olacaktır. Müsaadenizle şöyle başlayalım: Siz 1971 yılında Karaman’da doğdunuz. Doğduğunuz muhit nasıl bir yerdi, Hatırladığınız kadarıyla nasıl bir çocukluk geçirdiniz, bahsedebilir misiniz?
Biraz yaratıcı işlerle, sanatla uğraşıyorsunuz böyle bir gençlik aşısı gibi oluyor bu işler. Bundan kaynaklanan bir durum ortaya çıkıyor, insan yaşını pek fark edemiyor. Benim şöyle bir tespitim var, bu işlerle uğraşan kimselerin kendi yaşıtlarına göre yaşlanmadıklarına dair bir gözlemim var. 75 yaşındaki bir öykücü ile 75 yaşındaki bir muadil hacı amca biyolojik olarak aynı yaşta ama birinin diğerine göre daha genç durduğunu herhalde hepimiz kabul ederiz. Yani bunu niçin söylüyorum? Kendimizi çok tecrübeli hissetmesek de aslında yaşımız başımızda. Sanki konuşmaya izin veriyor.
Karaman’da doğdum. Babam Taşkent Çepnili. Çepni boyu var Türk boylarından. Söylemesi ayıptır, biraz yağmacı bir boydur. Karadeniz taraflarına girmişler biz Anadolu’ya geldiğimizde. Yörüklük de var. Şu an büyük oranda Karadeniz’de, Trabzon’dan başlayarak Trabzon, Tokat, Çorum hattından Balıkesir’e doğru gidiyor. Bazı bölgelerde de büyük oranda Alevidir. Hatta bazı yerlerde Çepni demek Alevi demektir. Bizimkiler bilmiyorum yani, yollarını şaşırmışlar Konya taraflarına inmişler.
İçine doğduğum muhite gelecek olursak, bizim köyün halkı içlidir biraz. Türküler, sanatçılar, hocalar var. Rahmetli babamın amcası güzel sanatlar genel müdürü, ressamdı. Amca oğlumuz var Nurettin Özel, yönetmen. Başka bir amca oğlu Enver Abi opera sanatçısı, onun abisi Abdullah ismini bilmediğim bir çalgı aleti çalıyor.
O zaman şairliğinizin çok gizemli bir tarafı yok. Aile sanatçı olunca mecburen şair olacakmışsınız.
Enstrüman çalamadım, türkü söyleyemedim, eee napacağız? Şiirle uğraştık. (gülüyor)
Babanız bir ulema geleneğinden geliyor.
Bizim aile, köyde Molla Osmanlar diye geçiyor. Molla Osman dedemizin dedesi. Onun medrese gibi faaliyetlerleri var. Onun oğlu var Molla Ahmet. O da 1800’lerin sonlarına geliyor herhalde. O da bir müderris, Mısır’a gittiği söylenir. Ben de gittim ama molla olamadım. Mısır’dan dönmüş, eğitim alıp tekrar köyüne gelmiş. Evlenme çağına gelmiş, işi var, eğitimi var köyden bir kız istemiş. Bu dağlık kesimde çok fazla miktarda medrese vardı. Bu medreselerden durmadan alim yetişiyordu. Mesela Hadimî Hazretleri vardır en bilinen. Hem büyük müderris, hem Nakşi müceddidi, şeyhi. Orası ağlarla örülmüş gibidir. Yakın zamanda da bozkırdan çıkan Mehmet Kutsi Efendi, Memiş Efendi diye de bilinir. Haridî şeyhidir, 55-56 halifesi var. Böyle büyük zatların çıktığı bir havza.
Dağlık bir yer, bir mahrumiyet coğrafyası. Buna rağmen çok mümbit bir ilim hayatı var.
Evet, gerçekten öyle. Molla Ahmet dedemiz, köyden bir kız istemişler vermemişler. Yaşın büyük demişler, herhalde 25 yaşında falandı yani. O küsüp yan köye geçmiş, orada medrese açmış. Öğrenci yetiştirmiş. Orada ciddi bir alim yapılanması vardır, Alata, a≥vcılar köyüdür. Mesela benim okuduğum hocam rahmetli Alatalı Mehmet Efendi o köydendi. Aksakallı Hoca diye Karaman’da çok bilinen bir alim vardır. O mesela oradandır. Yine Medine’de alim Osman Efendi vardı, o da oradandı. O köyden bir kaynak var. Aile Molla Osmanlar, böyle biliniyorlar. Rahmetli babam altı aylıkken babasını kaybetmiş. Herhalde 10 yaşındayken de annesini kaybetmiş. Babasının amcasının oğlu da onu evlatlık olarak almış. Onu alarak Karaman’a getirmişler. Böylece biz Karaman’da doğmuş olduk.
Hatırladığınız kadarıyla çocukluğumuzun geçtiği yerleri tarif eder misiniz?
Karaman 33 bin nüfuslu bir yerdi. Hayat Bilgisi dersinde iyiydim. Aklımda kalan bir şey budur, bir tanesi de “Karaman’ın alt yanı deredir.” diye bir türkü. O türküyü hiçbir yerde dinlemedim. Dereye de rastlamadım, bence öğretmenimiz uydurmuş olabilir emin de değilim. (gülüyor)
Karaman’da memur çevresi içindeydik. Apartmanlarda büyüdüm, sonradan bir köy hayatımız da oldu. Bugün şikayet ettiğimiz ne varsa 40 yıl önce yaşıyorduk yani. Karaman’da standart bir memur ailesinin, apartmanda büyüyen bir çocuğuyum.
Köy, toprak, ekin işleri ile aranız nasıldır?
İyidir aslında. Size elmacı olduğumu söylemiş miydim? (gülüyor)
Şair Ahmet Murat aslında elmacı mı? Büyüyü bozmayın.
Maalesef varsa böyle bir büyü bozacağım. Babamın bahçe merakı vardı. Benim belki 10-15 yaşlarıma denk gelen dönemde bahçe yapmaya başladık. Köydeki ilk bahçe, elma bahçesi, elma denedik. 1970’li yılların ortasındaydı, uğraştık baya, kuyu açtırdık. Elmanın hemen her şeyini öğrendim, çocukluktan itibaren. Üniversite yıllarında, sonraki birkaç yıl boyunca da elmacılık yaptım. Tekrar elmacılığa dönebilirim herhalde gözüm kesiyor. 10-12 yaşlarında iken traktör sürerdik. Çapa yapardık, bilirdik o işleri.
Ağaçları, isimlerini, çeşitlerini de tanır mısınız?
Tabii tanırım. Ticari elma dediğimiz “golden”, yeşil Arjantin’dir. Arjantin sonradan geldi bize başta yoktu. İki temel ekonomik elmacılık olarak golden ve “star king” elmaları, onun dışında daha az bilinen elmalar vardı. Çocukluğumuzdan itibaren kırmızı star king ile sarı golden elmasını bilirdik. Bahçede olmamıza rağmen. Bir ağacımızda sadece aşılanmış bir Amasya elması vardı. “Stay man” diye de bir elma vardı, İngiliz elması. Bir tane mayhoş, bir tanesi altın çekirdek o da yabancı bir elma.
Yerli elmayı ben çok geç tanıdım. 1950’li yıllarda Amerikan yardımları, süt tozu falan o hikayeyi hatırlatıyor bana. Kendi elmacılığımızı, elmamızı zaman içinde yitirdiğimizi söylüyoruz. Buna ben çocukluğumdan itibaren bizzat şahit oldum. Elmacılık yaptım. Bizimki şöyle bir hikaye: İki tane temel çelişki yaşardım bahçede. Bir tanesi şuydu, o bahçede çalışmak zorundaydım, dükkanımız da vardır bu arada. Mobilya dükkanı, babam memurluğu birkaç senede sıkılıp bırakmış. Dükkan açmış ama gözü hep bahçede. Dükkan bahçe arasında bir mesaimiz var. Bahçe kısmında iki tane çelişkim var. Şehirden yetiştik, apartman çocuğuyuz, bizim apartmanın bulunduğu yer Karaman’daki ilk apartman muhitiydi, memur takımının yeriydi. İlk kaloriferli apartman, ilk asansör orada var. Ben gencim traktörle mahalleye giriyorum. Normalde mahallede arkadaşlarım başka türlüydüler. Köyle alakaları yok, motosiklet, bisikletler olabilir. Ben traktörle giriyordum, arkasında römork, orada bazen elma kasaları, bazen ağaçların odunları. Bir bu vardı, bunu kendime açıklayamazdım. Yaptığımda bir tuhaflık var gibi derdim. Bu bir çelişkiydi benim için. İkincisi de çok kitap okuyorum, yazmaya çalışıyorum. 16-17 yaşlarında, dergileri takip ediyorum ama bunların bulunduğu ortamlarda bulunamıyorum. Dergilere abone oluyorum hatta.
Hangi dergiler?
Diriliş vardı, bir takım olarak, Mavera vardı. 1980’lerden itibaren Harekat Dergisi’nden bazı şeyler gördüm Nurettin Topçu’dan. Sonra İlim ve Sanat takım halinde vardı. İslam Dergisi’ni hatırlıyorum. Kadın ve Aile’nin geldiğini hatırlıyorum.
Şiir yazıyor muydunuz o dönemde?
Sonradan oldu o, dergiler istiyoruz işte, Varide diye bir dergi çıkıyor Konya’da onu alıyorum. Kayıtlar çıkmaya başladı onu alıyorum. Bazı daha ideolojik dergiler de vardı. Onları da takip ettim bir süre. Girişim diye bir dergi de çıkıyordu bir süre takip ettim. Ne bulursam okuyorum. Böyle bir okur yazarsanız biraz hanım evladı da olmanız gerekir. Birazcık masa başında, kütüphane insanı, salon insanı olmanız gerekir. Biz üstümüze iş kıyafetini giyiyoruz, çizmeler. Yanmış kavrulmuşuz, eller nasırlı, ondan sonra durmadan çalışıyoruz. Akşam yorgunuz bir yandan da Rasnolnikov St. Petersburg meydanında diye cümleler okuyorum. Bu ne acayip bir şey. Sen az önce bulgur pilavı yedin. Bahçedeki amelelerle beraber. Traktör yağ akıttı, sen tıpasını sanayide taşlattın, tekrar orayı yaptırdın. Sonra gelip Goriot Baba’nın kızlarına falan üzülüyorsun.
Bu kafamda oturmuyordu. “Nereye aitim?” çelişkisini yaşıyordum. Karaman’ın lüks sayılabilecek bir yerinde oturuyorum, iyi bir okur olmaya çalışıyorum ama diğer tarafta amele usülü çalışıyorum. Bu elmacı mıyım, yoksa Goriot Baba mıyım? Sonradan bunun çelişki olmadığını anladım. Ufak yaşlarda bu çelişkiydi benim için. İkisinden biri yanlış oluyor diyordum. Çelişkilerin başka örneklerini de gördüm. Bizim gençlik çağımızda bazı rock grupları çok popülerdi. Alt gruplar oluşmuştu, metal grupları da vardı. Metalci gençler vardı. Heavy metal dinliyorlar, bunun getirdiği bir satanist kültür de var tabii. Daha siyah, saçlar değişik, özel bir tarz var, kasvetli gençler. Hakikaten nihilizmin dibinde bir gençlik, dünyadan kopmuşlar, her şeye karşılar. Böyle insanlar tanıdım fakat evlerini görünce bende gülme tutuyordu mesela ağır anarşist, nihilist ama eve geliyor annesi tarhana yapmış onu yiyor. Bu çelişkiler normal, bize özgü çelişkiler. Biz dönüşürken, geçiş yaparken, bir şeyi terk edip başka bir yere taşınmaya çalışırken çelişkileri hep yaşadık. Hor görmemek de lazım. Buradan beslenmeye çalışmak lazım.
Sizin gençlik yıllarınız belki de benlik duygusunun hızlı bir şekilde geliştiği bir dönem. Bu mesela şiire nasıl yansıdı?
Ben ikisini birleştirmem gerektiğini anladım. Bahçede çalışıyorum ama şiir okuyorum, roman okuyorum. Her ilaçlamada dergi hayali kurardım. Baş başaysanız yapacağınız hiçbir şey yok çünkü ilaç yaparken traktör sesinden dolayı hiçbir şey duyulmaz. Tüm gün size aittir, kimseyle konuşmadığınız, bir şey okumadığınız, hiçbir şeye maruz kalmadığınız, sadece yaprakları ve elmaları gördüğünüz iki üç gün geçiriyorsunuz ve bunu bir yıl içinde toplamda 20 gün falan yapıyorsunuz. Sürekli zihnimde öykü canlanıyor. Akşama kadar o öykünün izini takip ediyorum. Sonra aklımda dergi canlanıyor, içeriğini oluşturuyorum, ortada dergi falan yok. Vakit öylece zenginleşiyordu. Benim hoşuma giden bir şeye dönüşmüştü sonradan. İkisinin birleştiğini hissetmiştim o zaman.
Siz bir tasavvuf akademisyenisiniz. Esas yoğunlaştığınız alan Şazeliye. Ayrıca Kuzey Afrika ve Endülüs tasavvufu. Bu ilgi ve merak nasıl başladı?
Babam Şazeliydi. Muhtemelen oradan başladı. Suriye’nin Halep şehrindeki şeyhi rahmetli oldu. Abdülkadir İsa Efendi. Kabri Eyüp’de. Buraya tedavi için geliyor, sonra oraya defin ediliyor. Babam ona bağlıydı. Mısır’a gidince Ataullah Hazretleri, Ebü’l Abbas el-Mursi orada, Ebü’l Hasan eş-Şazeli orada. Şazelilik güçlü orada, eş, dost akrabalar... O atmosfer vardı. Beni gelenekle, kendi köklerimizle barıştıran Abdülvahit Yahyaoğlu’dur, yani René Guénon. Onu ben üniversitede keşfettim. Yoğun olarak edebiyat, felsefe okuyorum. Kelam ve felsefe ilgi alanım içinde, Mısır’da iken dahi ilgi alanım büyük oranda felsefe. Sartre ve Camus üzerinden bir varoluşçu edebiyat etkisi altındayım. Dostoyevski’de de var. Aslında bir karmaşada yaşıyorum. Varoluşçuluk, batı düşüncesi ve felsefesi, bunun telkin ettiği bir hayat görüşü dünya algısı var. Bir yandan da İslam, bu nasıl olacak diye düşünüyorum. Batı’dan kaptığım bu hastalığı yine Batı’dan bir ilaç olan René Guénon ile tedavi ettim diyebilirim. “Bu batı çöp.” diyor Guénon diye bir adam. “Bu işler şuursuzluk.” diyor, “Bunlar yolunu kaybetmiş adamlar, felsefeleri olsa ne olur?” diyor. Bunu diyen de matematik dâhisi, 15 dil bil bilen büyük metafizikçi, felsefeci bir adam. Müslüman olmuş Mısır’a yerleşmiş. O da beni etkiledi. Böyle bir yola girdim.
Şöyle bir ifadeniz vardı: “Kalbi tecrübe olmadan yaşanan şey din olmaz, ideoloji olur. Bu yol bir müfredat ve sürdürülebilir bir programa bağlanırsa tarikat ortaya çıkar. Sosyal alana tercüme edilirse gelenek doğar.” Bu kalbi tecrübenin yolu bugün doğrudan tasavvuftan mı geçiyor?
Benim kanaatim o yönde. Tasavvuf miladi yedinci yüzyıldan itibaren çok güçlü bir müfredat oluşturmuş. Bunu sürekli güncellemiş, bu çok önemli. Hâlâ sekizinci yüzyılda verilmiş fetvaları kullanıyoruz abdest alırken, namaz kılarken... Orada bir güncellemeye gerek olmuyor. Mesela güncelleme ekonomik alanda olabiliyor. Gündelik hayatımızda temel ilmihal bilgilerimizi aynı şekilde kullanıyoruz. Ortalama bir Müslümanın sigortacılıkla, bankacılıkla ilgili tefekkür etmesine, çalışmasına gerek yok. Onun bilmesi gereken ilmihal bilgisi, gündelik hayatında bu lazım ona. Fakat tasavvufta müfredat sürekli değişiyor. Sürekli mevcut şartların muvacehesinde, ışığı altında bir daha yorumlanıyor ve adapte ediliyor. Böyle olduğu için kolay sirayet ediyor. Bütün dünyadaki bu yayılma, dünyanın her tarafında bu öncelik, bu dervişlik, alperenlik biraz buralardan geliyor.