Gökhan Özcan ile karşılıklı oturduktan sonra onun bir modern zaman dervişi olduğuna dair kanaatim iyice pekişti. Hali, duruşu, konuşması, kelimeleri, tavrı ve en önemlisi fikirleri ile bize pek benzemiyor. Bu dünyada değil gibi. Metinlerini okurken de anlıyoruz zaten bunu. Kendisi ile bu meseleleri, yani nasıl olacak da gündemin esiri kalmadan sahih bir duruş sergileyeceğimiz meselesini dallandırıp budaklandırarak genişçe konuştuk.
“Göz Ağrısı”, “Hiçbirşey”, “Ruh Yordamı” isimli kitaplarınız var. Dergilerde yazdınız. Uzun bir süredir de Yeni Şafak’ta yazıyorsunuz. Sizin metinlerinizde modern hayata karakterini veren fakat çoğumuzun unuttuğu ya da çok ilgilenmediğimiz ayrıntılar var. Bu ayrıntıları bir yerlerinden tutup farklı açılımlar yaparak çok zarif bir üslupla anlatıyorsunuz. Bu bağlamda iki soru sormak istiyorum. Kendinizi “ayrıntı avcısı” gibi bir tabirle tanımlamak ister misiniz? İkincisi de kendi metinlerinizi doğrudan nerede konumlandırıyorsunuz ve nerede görülmesini istersiniz?
En başta işin aslını koyalım. Benim yapabildiğim şey bu. Özellikle kurmaca bir şey oluşturup da oradan devam ediyor değilim. Benim ilgilerim bunlar. Mesela siyaseti sevmiyorum. Siyaseti önemsiyorum, gerekli olduğunu da görüyorum, erbabı siyasetle uğraşmalı... Bizler de bize düştüğü kadarıyla ilgilenmeliyiz. İnsanlar neredeyse bütün günlerini siyasetin hararetli mevzularını konuşarak, birbirleriyle siyaset üzerinden itişip kakışarak geçirir oldu. Ben günümün her saatini ona ayıramam diyorum. Hayat oradaymış gibi gelmiyor bana. Çünkü ben yarım asırlık hayatımda birçok siyasi dönem gördüm. Onlar gelip geçiyor. Geriye kalan ise hayat… Tabii bir hayatınız kaldıysa... Eğer siz kendi hayatınızla ilgili değilseniz gelip geçici şeylerle tüketirsiniz vaktinizi.
Bu söylediğiniz çok önemli aslında. Çünkü biz tam tersini çoğu sefer yaşıyoruz kendi dünyamızda.
Medya çok çeşitlendi bugün. Günün büyük bir bölümünü medya işgal ediyor ve artık araçlarını yanımızda taşımaya başladık. İnsanlar irili ufaklı ekranların başında sürekli. Eskiden araç olan şeyler bizi birer araca dönüştürdü. Biz onların peşinde koşuyoruz artık. Buna yetişme şansımız yok, bu hep akacak. Gündem dediğimiz şey her gün yeni baştan üretilen bir şey ve bunun sonu yok. Peşinden koşarak hayatı istediğimiz hale getirebilecek durumda değiliz. Bu çılgın akışın etkin unsuru biz değiliz. Seyircisiyiz sadece. Ben medyadaki bu çeşitliliğin, bu kontrolsüz gidişatın hayatı tümüyle değiştirdiğini, insanla kendisi arasına mesafeler koyduğunu ve insanı kendisine yabancılaştırdığını düşünüyorum. Anlamlar dünyamızda büyük bir dönüşüm yaşanıyor ve çoğumuz bunun farkında bile değiliz. Zaten o dönüşümün tahribatlarının belki de en büyüğü de bu farkında olmadan içinde olma hali...
Kendi metinlerimi nerede gördüğüme gelecek olursak, öncelikle kendimi öykücü olarak tanımlamak isterim. Hikâye - öykü tartışmasına girmeden bir genelgeçer ifade olarak söylüyorum bunu. Mustafa Kutlu bir hikâyeci, ben bir öykücüyüm. Niye derseniz, Mustafa Kutlu kadar tertemiz bir dünyanın insanı değilim. 12 Eylül kırılmasının maluliyeti ile yetişip büyüdük biz. Hatalar, yanlışlar, günahlarla duvarlara toslaya toslaya yürüdük, kirli paslı kıyafetlerle sığındık hakikate. Maalesef zaman insanın lehine ilerlemiyor bu devirde. Her kuşakta biraz daha bozularak devam ettik biz. Bizim hikayelerimiz hikayelik vasfını yitirmişti biraz. O sebeple öykü diyorum, çünkü hikaye benim için içinde kadimlik taşıyan, çok önemsediğim bir kavram...
Bizim gibi bir ülkede güncel olanın hâkimiyeti çok fazla gerçekten. Bundan uzaklaşmak özellikle biz gençler için daha zor. Tanpınar’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermiyor.” Bunu da belki 50 yıl önce söylemişti.
Tanpınar bugün yaşasa muhtemelen profesyonel yardım almak zorunda kalırdı. Çünkü Tanpınar’ın şikâyet ettiği yoğunluk, o döneme özgü bir yoğunluk... Bugün bizim hayatlarımız için sıkıcı bir temposuzluk anlamına geliyor o hal. Tanpınar Türkiye’sini düşünün bir kere, telefon bile henüz tam yaygınlaşmamıştı. 80’lerin başında, ben öğrenciyken bile telefon gidilip postaneden bağlatılan, hat düşmesi için başında beklenen bir şeydi. Bugün bu hız çağında yaşayan insanların hiç biri o ağır tempolu ortamda uzun süre duramaz. Her şeyin çok yavaş aktığı bir dönem bugüne kıyasla. Bugünkü şartlarda Tanpınar’ın hiç yaşama şansı yok. Saatleri kim ayarlayacak bilmiyorum bu kadar hızlı bir tempoda. Tabii burada Tanpınar’ın kastı Türkiye’nin kendine özgü karmaşası içinde yaşadığı sosyal arızaların insanımızı ne kadar yorduğu... Bu konuda da zaman geçtikçe bu memleketin evlatlarının yükü artıyor. Değişim hızlandı, hem dünya değişti, hem Türkiye değişti. Dijital küreselleşme sebebiyle sınırlar çok fazla şey ifade etmez hale geldi. Düşünme biçimleri aynılaşmaya doğru gidiyor, yerellik, yerlilik, kültürel çeşitlilik gibi kavramlar hızla erozyona uğruyor. Medyatik sömürgeciliğe karşı insanın biricikliğini, kendine özgülüğünü ayakta tutması zorlaşıyor. Doğrusu rahmetli Tanpınar için kabus gibi bir devir bizim devrimiz... Ama yine de çok haklı ve her geçen gün haklılık katsayısı büyüyor. Türkiye gerçekten evlatlarını çok fazla kendisiyle meşgul ediyor. Bunun sebebi de açık, Türkiye dünyada başka örneği olmayan, birçok bakımdan çok müstesna bir ülke...
Gündem meselesi ile ilgili biraz daha konuşalım isterim. Az önce ifade ettiğiniz gibi siz yazılarınızda güncele dair çok fazla bir şey yazmıyor, kendi gündeminizi oluşturuyorsunuz bir anlamda. Bunu nasıl başarabiliyorsunuz? Sizin iç dünyanızda neler oluyor da hiç gündemle ilişki kurmadan bir gazetenin köşe yazarlığını yapabiliyorsunuz?
Hayatın gerçek gündemiyle, aslî olanla uğraşmaya çalışıyorum. İşim gereği güncel olanı, aktüel olanı izlemek zorunda kalıyorum aslında. İşten kastım gazetecilik değil. Geçimimi sağladığım, mesaisini yaptığım işim... Ama benim bu günceli izleme işine karşı bir bağımlılığım yok, işyerimden bir ay izin alsam bütün bunlardan hemen kopabilirim. Kolay sıkılmıyorum, tabiatım böyle. Saatlerce bir yerde herhangi bir şeyle meşgul olmadan oturabilirim. Bunu neden söylüyorum, herkese çok kolay uyarlanamayabilir söylediğim şeyler, insanların tabiatları birbirinden farklı. Benim böyle kolay sıkılmamak gibi bir avantajım var. Hani zamanı yavaşlatmak diyoruz ya, onu deneyebilirim en azından, buna tahammülüm var. Bu ne sağlıyor peki bana? Temponun biraz dışına çıkabiliyorsanız, o döngünün içinde olmamakla kazanabileceğiniz pek çok şey olduğunu görebiliyorsunuz. Hayatın sürekli akan şeylerden ibaret olmadığını görüyorsunuz.
Âlemde kendi döngüsü sürdüren pek çok şey var. Mevsimler daha hızlı geçmiyor, çiçekler daha hızlı açmıyor. Onlar kendi tempolarına uyuyor. Hızlanan insan... Hızlanan ve yetişemeyen... Bu da modernlik dediğimiz şeyle, modernliğin getirdiği yaşama kültürüyle ilgili. Bize sürekli bir şeylere yetişmemiz, bir şeylere sahip olmamız gerektiğini, bir şeyleri kazanmamız gerektiğini söyleyen bir hayat tarzı var. Çocuklarımıza bile... Çocuklarımıza küçücük yaşlarda şunu kazan, bunu başar, onu atlama diye bir şeyler dayatan, orada başlayan, sürgit devam eden, bütün hayatlarını kaplayan, ele geçiren ve bir daha yakalarını asla bırakmayan bir yarıştırma kültürü bu! Okul hayatı bittikten sonra da bu şuursuz yarış, bu durduraksız koşuşturma devam edip gidiyor. Önümüze konan hedefler hiç bitmiyor, biz yakaladıkça yeni hedefler konuyor önümüze, bir tane daha ve bir tane daha… Bu, baş döndürücü hızla hepimizi içine alan bir girdap...
Peki, kim değiştirebilir bunu? Tabii ki insan.
Nasıl olacak bu?
Bu şuursuzluğa, bu tüketen gidişata isyan ederek, kısır döngüye karşı insana geri dönerek... İnsan bu değil, zaman bu değil, hayat bu değil diye isyan edenler değiştirebilir bunu. Kendi idrakimize, kendi maneviyatımıza, kendi muhakeme ve tefekkürümüze, kendi vakit şurumuza dönerek kırabiliriz bu döngüyü. Hayatımızın çıkan çivilerini yerlerine çakmalıyız. Aslında bizim vaktimizin beş tane çivisi var. Eskiler bunu “Müslüman Saati” diye yazarlardı. Şimdi laf bir şekilde zaman mefhumuna geldiğinde hatırlıyoruz bu hassasiyetleri... Hatırlıyoruz ve sonra yine unutuyoruz. Bizim hayatımızın seyri oradaki gibi olmalı. Ama biz bugün başka bir şeyi benimsedik, başka bir hayatı yaşıyoruz. Bütün bu kurumları birileri bize zorla kabul ettirmedi. Kendimiz yapıyoruz, kendimiz uyguluyoruz, kendimiz koşuyoruz peşinde.
Bu tehlikeli gidişata dair işaret fişekleri atmaya çalışıyorum acizane yazılarımda. Çünkü ben de aynı girdabın içinde dönüyorum. Bu gidişatın yanlış olduğuna dair küçük küçük işaretler bırakmaya çalışıyorum okuyanların zihinlerine. Elimden gelen bu... Bana gazetede verilen bir köşe var, bunu hesabını verebileceğim şeylerle doldurmaya çalışıyorum. İnsanların zihnini yarın unutacakları şeylerle meşgul etmek istemiyorum. Kendimce anlayışım budur. Yapmaya çalıştığım şey budur.
“Göz Ağrısı”nın girişinde de öyle bir ifadeniz vardı. “Bu kitabı okuyarak kimsenin vaktinin heba olmasını istemem ve bununla vebal hissederim” mealinde. Çok zarif ve alışık olmadığımız bir yaklaşım bu.
Şu anda konuşurken de aynı şeyi hissediyorum. Biz sözün gerçek sahibi değiliz. Söz söyleyecek durumda da değiliz hiç birimiz. Söze ayna olmaya çalışıyoruz. Hep verdiğim bir örnek var: Çiçekte bir güzellik var, biz ancak onun konulduğu vazo ya da vazonun konulduğu masa olabiliriz. Söylediğimiz şeyler bizim ürettiğimiz şeyler değildir. İnsandan insana taşımak, oradan alıp buraya koymak gibi bir şey aslında yaptığımız.
Yazarlık mesleğini yazarın kendisi bakımından gereğinden fazla önemseyip, onun üzerinde öyle kurumsal birtakım havalar, statüler oluşturma gayretleri hiç bir zaman benim tevessül ettiğim, benimsediğim şeyler olmadı. Yazmak, çizmek önemli, eyvallah. Ama aslolan ortaya çıkan anlamdır ki onun sahibi biz değiliz. Allah insana bir hayat verir, onun içinde bir kader vardır akar gidersiniz. Büyük yaşamış, büyük söylemiş ariflerden ve âlimlerden tevarüs eden irfanı biz de başkalarına aktarmaya çalışıyoruz. Elbette kendi kabımızın aldığınca, kendi dilimizin döndüğü, kalemimizin yazdığınca...
Bu haz ve hız çağında üzerimize yapışan kötülüklerden korunabilmek adına söyleyebilecekleriniz var mı şu an için, bizimle paylaşabilecekleriniz var mı merak ediyorum.
Ben de varoluşunun hikmetini arayan herkes gibi bu meseleyle uğraşıp duruyorum. Benim bir çözüm anahtarım yok elbette. Bulmak ne kelime, arayanlardan olmaya gayret ediyorum. Haz ve hız tuzağına düşmeyen insanlar var asırlardır. Geçmişte de vardı, bugün de var. Allah dünyayı hakikatsiz bırakmaz. Belki önce görmeye başlamak, buna niyet etmek gerekiyor. Doğru yerde miyiz, doğru tarafa mı gidiyoruz? Bunu anlamaya çalışmak lazım, bunun muhasebesini yapmak lazım. Bu zaten yolun yarısı demek... Bir yere varıp varmamamız önemli değil. Yanlıştan döndüğümüz anda doğrunun alanına girmiş oluruz. Hakikati arama noktasında, bizden fazla gayreti olan, bizden daha çok vakti olan insanlar ne yaptıysa onlara bakalım. Taklitle yürüyeceğiz elbette. Kendi başımıza biz bunu çözemeyebiliriz. Ama çok şükür ki, bu topraklarda hakikate gidecek çok fazla yol var, oralardan bakalım. Onlar bizi kötü bir yere götürmeyecektir. Bu hesabın doğru hesap olduğuna asırlar şahittir. Bizim ihtiyacımız olan şey bu. Önce muhasebemizi yapacağız, sonra “ben şöyle düşünüyorum, bence böyle” demeden, kendimize takılıp kalmadan, kemale yürümüş insanlar ne yaptıysa onların ayak izlerinden gitmek lazım. Onlar kadar uzun mesafeler gidemesek bile, bu bizim istikametimizi doğru tarafa çevirmemizi sağlayacaktır ki, herhalde mahşerde sorulacak şey bu bize: İstikametin neresi?
Bir yazınızda “İnsanlık tarihinin en acıklı dizisini izlemek için haftada 1 gün salondaki televizyonların yerine 1 tane ayna yerleştirmemiz yeterli olacaktır.” diyordunuz. Siz değişik kuşaklardan geçtiniz, farklı dönemleri tecrübe ettiniz. Acaba bizi bu duruma ne getirdi?
Zor soru. Aslında hepimizin sorduğu ve hepimize sorulan bir soru. Bir yerden bir yere doğru döndük gidiyoruz. Bir yerlerde birtakım kararları yanlış vermiş olmalıyız. Ben onu kendime açıklamaya “modernlik” kelimesiyle başlıyorum. Dünyadaki mücadele modern olanla kadim olan arasında. Hakikatle yalan arasında. Hep var olanla sonradan ortaya çıkan arasında. Biz herhalde cevabımızı kaybetmeden önce sorumuzu kaybettik. Modernleşmeye rıza gösterdik ve olduğumuzdan başka insanlar olduk.
Modern süreçler yavaş ilerledi, sonra hızlandı, daha da hızlandı. Ama bunların hiçbirine kendimizce dirençler geliştiremedik. Birer Müslüman olarak tefekkür sahibi olamadık. Genellikle ortaya hazırkalıp bir şeyler kondu, biz onları tartıştık. Bu hep böyle oldu. Benim gençliğimde de böyle oldu, sonra da böyle oldu, şimdi de böyle. Dolayısıyla kendimize ait bir muhasebe defteri tutamadık. Hesaplar şaştı. Şimdi de dünyayla birlikte o kadar hızlı dönüyoruz ki aklımızı başımıza toplamamız giderek zorlaşıyor. En başa dönmek gerektiğini düşünüyorum. Bir Müslüman kimdir? Müslüman nasıl biridir, onda ne görmeliyiz? Ve bu bizde var mı?
Ayna neredeyse icadından beri var olan bir metaforun da nesnesidir, ayna bize bizi gösterir. Bugünün dünyasında bize bizi gösteren şeyler artık yok. Aynalarımız var ama makyaj için kullanıyoruz. Kendimizi dönüştürmek için, iyi dönüştürüp dönüştürmediğimize bakmak için kullanıyoruz. Aynayı da dönüştürdük yani. Aynalar karşısında körüz artık. Dolayısıyla modernlik nedir, bir Müslüman neden modern olamaz, neden modernlikle müminlik bir arada olamaz? Böyle sorular üzerinde kafa yormalıyız. Bunun üzerine okumalar yapmak şart... Tefekkür etmemiz, halimizi anlamamız lazım. Modernliğin beraberinde getirdiği şeyler çok içimize kadar girdi, yerleşti. Ve biz kendimize yabancılaştığımız için görmüyoruz nasıl bir sürüklenme yaşadığımızı. Ne kadar modernleştiğimizin, nerede modernleştiğimizin, nasıl değiştiğimizin, kendimiz olmaktan ne kadar uzaklaştığımızın ayırdına varamıyoruz artık.
Sadece mükellefiyetler bizi Müslüman yapmaya yetmiyor. Müslümanın ahlakına, edebine, hassasiyetlerine, duygularına, coşkularına, heyecanlarına mesafemiz açılıyor giderek. Durup düşünmemiz lazım. Yeni baştan düşünmemiz lazım, en başa dönerek. Allah (cc) ezel bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu, biz de dedik ki “evet, Rabbimizsin”. Sözümüzde durmuyoruz. O sözümüzde nasıl durmamız gerekiyor, Allah bizden ne istiyor? Bunu anlamaya çalışmamız, tefekkür etmemiz lazım.
Nerede kaybediyoruz? Golü nereden yiyoruz? Bunlar can sıkıcı şeyler ama yapmamız gerekiyor, yapmalıyız. Aksi halde kendimizi bulamayacağız. Bizim portrelerimiz Müslüman portreleri değil, benziyor ama tam olarak değil. Bütün insanlar bu anlamda muazzezdir, onu ayrıca koyuyorum. Ama yanlışlarımız yerleşik hale gelmeye başladı. Bunu da ancak beraber, ortak bir şuurda buluşarak çözebiliriz. Tek tek çözme şansımız yok. Beraberce düşünmeli, beraberce karar vermeli, bazı şeyleri hayatımızdan çıkarmalı, aslımıza dönmeliyiz.
Her gün çeşitli ortamlarda konfor içinde konuşup duruyoruz. Ama bu konuşmalardan bir fayda hasıl olmuyor görünüşe göre. Muhtemel ki bizi asıl geceleri uykusuz bırakacak şeyler bulunduğumuz bu çaresizlik halinden kurtarabilir. Bu muhakemenin ana başlıklarını bilsem söylerdim. Benim hazır bir cevabım yok. Aramaya devam ediyorum. Bir hakikat eksikliğinden muzdarib isek esasen sorularımızı işin ehline, erbabına sormamız lazım. Hepimizin dizimizi kırıp huzurda oturmamız, neyin lazım geldiğini onlardan dinlemem lazım. Can kulağımızı vereceğimiz söz öyle söz olmalı ki, kelimelerin tırnakları tenimize geçsin. Necip Fazıl’ın “Çile”sinde anlattığı gibi. Sarsılmamız lazım, peşine takıldığımız bütün bu dünyalıkların gözümüzden düşmesi, anlamını yitirmesi lazım. Aklımızı başımızda tutmamız lazım. Kalbimizin sözünü dinlememiz lazım. Çok zor bir iş, çok uzun bir yol... Kendimizden, kendiliğimizden çok uzağa düştük çünkü.