
İslamofobi kavramı, Batı toplumundan doğan İslam karşıtlığından hareketle girdi literatürümüze. Avrupa`nın merkez olduğu bu karşıtlık kimi zaman ırkçılığa ve faşizanlığa vararak insan hakları bağlamında büyük bir tehdit oluşturuyor. Mevzu önemli; hem kavramın kendisini hem de nasıl bir çözüm yolu olacağını konuşmak gerek. Bu alanda yetkin bir akademik çalışma olup Onto Yayıncılık tarafından kitaplaştırılan "Batı literatüründe İslam algısı ve İslamofobi" eseri üzerinden, çalışmanın sahibi Fatma Kurt Sarıaslan`la konuştuk.
Kitabınız hayırlı olsun. Hikâyesinden bahsedebilir misiniz, nasıl bir çalışma oldu?
Teşekkür ederim. Kitap, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde on iki yıl önce hazırlamış olduğum akademik bir çalışmaya, yüksek lisans tezime dayanıyor. Soğuk Savaş sonrası Batı literatüründe İslâm’a bakışın incelendiği bu çalışma, bir yönüyle entelektüel düşüncenin ürettiği İslam imajını da içerdiği için, İslamofobiyle doğrudan bağlantılıydı. Dolayısıyla bu çalışmanın, İslamofobinin entelektüel altyapısını gün yüzüne çıkarması bakımından önemli bir referans noktası olacağını düşünerek ve kapsamını da bu bağlamda genişleterek kaleme aldım.
İslamofobinin temelini İslam’ın bir tehdit oluşturduğu düşüncesi oluşturuyor herhalde. Peki dünyada İslam neden bir tehdit oluşturuyor, bunun temel bir nedeni var mı?
İslam’ın bir tehdit oluşturduğu düşüncesi Batı’nın algısı ve önyargısının bir ürünü. İslamofobi de İslam’a ve Müslümanlara karşı bu tehdit algısından kaynaklanan olumsuz düşünce ve inançları içeren nefret, düşmanlık ve ayrımcı muameleyi ifade ediyor. Esasında İslam, tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren Batı değerlerinin üzerine inşa edildiği Hristiyan-Yahudi gelenek tarafından yalnızca teolojik ve kültürel bir tehdit değil, aynı zamanda askeri ve siyasi tehdit olarak algılandı. Ancak bu konuda asıl kırılma yakın zamanda oldu. Özellikle de 1979 İran Devrimi ile İslam’ın bir siyasi tehdit olarak algılanması zemin kazandı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ise, sosyalizmden kalan boşluğu doldurmak adına İslam, yeni “öteki” olarak ilan edildi ve küresel bir tehdit olarak konumlandırıldı. 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleştirilen saldırılarla da bu tehdit algısı, Batı kamuoyunda meşru bir zemine oturtuldu ve bu zemin her geçen gün tahkim edildi.
Benjamin R. Barber, Samuel P. Huntington, John L. Esposito, Bernard Lewis, Gilles Kepel, Olivier Roy ve Edward W. Said’in görüşlerine yer verdiğiniz yazarlar. Bu isimleri seçmenizdeki sebep nedir?
Günümüzde Batı dünyasında hâkim olan İslam imajının oluşmasında entelektüellerin nasıl bir rolü olduğu, Batı toplumlarındaki İslam algısına düşünsel katkılarının ne olduğu sorusu çalışmada önemli bir dayanak noktası. Nitekim nasıl ki bir gazeteci Müslümanlara dair daha çarpıcı ve merak uyandıran haberler yapmak adına yanlı görseller kullanarak ya da bir siyasetçi Müslüman göçmen karşıtı oy getirecek demagojik açıklamalarla bu imajın pekişmesine yol açıyor ise, entelektüellerin bilimsel etik kurallarını dikkate almadan yaptığı birtakım genellemeler ve çarpıtmalar da İslam’a ilişkin bu hâkim imajın zihni temellerini oluşturabiliyor. Huntington ortaya koyduğu Medeniyetler Çatışması tezi ile esasında İslam’ın Batı’daki algısını oluşturan düşünsel çerçeve ile de sınırlı kalmayıp Amerikan dış politikasının yönlendirilmesi noktasında doğrudan etkisi olan bir stratejist. Edward Said’in ‘Son Oryantalist’ olarak nitelediği Ortadoğu tarihçisi Lewis’in çalışmaları ise ilk bakışta bir bilim insanının apolitik tarafsızlığını içerdiği izlenimini verse de, zaman zaman satır aralarında yapılan genellemelerle ideolojik bir tarafgirlik sergileyebilmekte. Dolayısıyla Huntington ve Lewis’in seçilmesi, modern şarkiyatçılık sınıflamasına konu olabilecek türden çalışmalar yapmaları nedeniyleydi. İslamcılık üzerine çalışmalar yapan ve İslam’ın Avrupa’daki varlığına ilişkin yazılar kaleme alan Fransız siyaset bilimciler Kepel ve Roy’un görüşleri, hem sosyolojik tahliller içermesi hem de dünyadaki genel kanının İslamcılığın yükselişte olduğu yönünde iken bu ikisinin Siyasal İslam’ın gerilediğini ileri sürmeleri açısından dikkat çekiciydi. Barber ise McWorld ve Cihad kavramlarını kullanarak dünyanın aynı anda hem bütünleşme hem de parçalanma süreci içinde olduğu önermesinden hareketle ilginç sonuçlara varan bir yazar. Esposito ise şarkiyatçı söylemlere sahip olmayan İslam’ı önyargılardan azade bir biçimde ve daha objektif bir şekilde ele alarak yazıp çizen bir entellektüel. Biliyorsunuz Esposito aynı zamanda, İslâm felsefesi, İslâm-Batı ilişkileri konularında eserleri olan İbrahim Kalın ile birlikte “İslamofobi-21. Yüzyılda Çoğulculuk Sorunu” adlı kitabın eş-editörlüğünü yaptı. Son olarak, çalışmanın çıkış noktası Batı literatüründe İslam’ın nasıl algılandığı sorusu olunca Edward Said’i ve onun Şarkiyatçılık kavramsallaştırmasına yer vermemek olanaksızdı.
İslam’ın entelektüel ve manevi bir meydan okuma olması düşüncesi ne anlama geliyor?
İslâm’ın entelektüel ve manevî bir meydan okuma olduğu görüşü, İslam’ın Batı karşısında bir tehdit unsuru olarak algılanmasının önyargılara dayalı, anlamsız ve gereksiz olduğunu ileri sürüyor. İslam’ın günümüzde, Batı’nın ürettiği küresel kapitalist düzene entelektüel ve manevi bir alternatif oluşturduğu ve bu bağlamda bir meydan okuma ile karşı karşıya olunduğuna işaret ediyor. Ancak bu görüşe sahip olanlar, söz konusu meydan okumanın Huntington’un tezindeki gibi çatışmacı bir söyleme yol açmak yerine, bir arada yaşama kültürünü beraberinde getirebileceğine, karşılıklı etkileşimle kültürel zenginliğe erişilebileceğini savunuyor. Bir anlamda bu düşünce İslam’ın, kapitalist ve bireyci Batının ürettiği dünyanın aslında tek seçenek olmadığını, farklı bir dünyanın da mümkün olduğunu söyleme potansiyelini taşıdığını ima ediyor.
Batıda oluşan İslamofobi’ye karşı bir çözüm öneriniz var mı?
Bir defa, işin bize bakan yönüyle daha fazla Müslüman ahlâkıyla ahlâklanmak ve küresel kapitalizmin bütün kuşatıcılığına rağmen ilkeli yaşamaya cesaret etmek gerek. Böylece ilk önce kendi evimizin önünü süpürmüş oluruz. Zira, İslâm’ın bir huzur ve barış dini olmasına rağmen İslamofobi gibi bir olgu ile karşı karşıya isek, bu olgunun sunî ve üretilmiş olduğunun, içeriğinde siyasi ve ekonomik çıkarları barındıran mevcut dünya düzeninin sürmesine yönelik bir manipülasyon olduğunun ortaya konulması gerek. Ancak ortada sinemasıyla, yayınlarıyla, sosyal medyasıyla İslamofobiden nemalanan bir endüstri varken bu manipülasyonu bertaraf etmek kolay olmayabilir.
Bir başka çözüm, ulusal/uluslararası hukuk metinlerinde İslamofobinin bir nefret suçu olarak tanımlanmasını yaygınlaştırmak ve buna ilişkin kuralların daha etkin ve etkili kullanmasını sağlamaya çalışmak olabilir. Bunun için de şu soruyu sormak lâzım: Din, vicdan ve inanca dayalı ayrımcılığa uğramama hakkına dair mevcut uluslararası insan hakları mevzuatı İslamofobi sorununu ortadan kaldırmak için yeterli mi? Ulusal mevzuatlar açısından ırkçılık ve ayrımcılık suçlarına ilişkin durum ne? Bu konuda karşılaştırmalı bir çalışma yapılabilir ve yeni etkili mekanizmalar hayata geçirilebilir.