
Şair, romancı, öğretmen Nurullah Genç ile yeni yayınlanan Bilardo Telmihleri isimli şiir kitabını merkeze alarak bilardo oyunundaki kavramların nasıl olup da mısralara dönüştüğünden şairin babil kulesini ve derdine, oradan günümüz edebiyat dünyasının kuraklığına değin pek çok konuyu konuşma imkanı bulduk.
“Bilardo Telmihleri” isimli yeni şiir kitabınız yayımlandı. Hayli ilginç bir ismi ve hikayesi var. Sizden dinleyelim dilerseniz hocam?
Evet haklısınız. Bir hayli ilginç. Ayrıntılarıyla ifade etmeye çalışayım.
Bir Ekim akşamı, Erzurum`da arkadaşlarımdan bazılarıyla bir misafirhanede otururken gelişti her şey. Sohbet bitince onlar yandaki bilardo masasında bilardo oynamaya başladılar. Seyredeyim dedim. Seyretmeye başlayınca ilgimi çekti. Masa, toplar ve ıstakalar. Tutuyor, duruyor ve vuruyorlardı. Topları istedikleri yerlere göndermeye çalışıyorlardı.
Daha önce dikkatli bir şekilde bilardo maçı izlemediniz o halde?
Bu kadar dikkatli incelemediğimi söyleyebilirim. Maçları bitince elime ıstakalardan birisini heyecanla aldım ve topa vurmaya çalıştım. Çok zordu. Anladım ki, toplara öyle kolay vuramıyorsunuz. Bir daha deneyeyim dedim. Elimi masaya çarptım ve parmağım acıdı. Kırılma noktasıydı o an. Arkadaşlarımdan birisi, “Tenis öğrettik başımıza bela oldun, satranç öğrettik bela oldun! Bunu da bize bırak, bu yaştan sonra beceremezsin! Biz yıllardır oynuyoruz, hâlâ iyi oynayamıyoruz” deyince, ıstakayı usulca masaya koydum ve “Peki” dedim. “Beceremezsin hükmünü neye dayanarak verdin bilmiyorum. Ama bu konuda ben de bir yoklarım kendimi” diye devam ettim. Salondan ayrıldık.
İstanbul`a döndükten sonra, birlikte çalıştığım Kenan Bingöl isimli arkadaşımdan bir bilardo salonu bulmasını istedim. Kadıköy`de tespit ettiği salon, darlığı sebebiyle pek hoşuma gitmeyince araştırmaya devam etti. Üsküdar Bağlarbaşı`nda Master Bilardo diye bir salon bulmuştu. Bir gün akşama doğru salonun bulunduğu adrese gittik. Sahibi Sami Öztavlı bizi kapıda karşıladı. Daha ilk anda aradığımız salonun burası olduğunu hissetmiştim. Olgun ve zarif bir karşılama, nezih bir salon ve sessiz sedasız bilardo oynayan hoş bir insan grubu.
Durumu Sami beye anlattım. Zarif gülümsemesiyle dinledi arkadaşlarımın dediklerini. Duruma bir bakalım anlamında açıklamalar yaptı ve beni iki günlük bir çalışmaya dâhil etti. Günün müsait olduğumuz akşam saatlerinde salona gittik ve Sami beyle çalıştık. İkinci günün sonunda bana “Hocam bilardoda makul bir seviyeye gelmek için üç-beş yılın geçmesi gerekir. Lakin sizinle bir yıl uygun olduğunuz vakitlerde bilardo çalışabilirsek, bir yıl sonra bunları söyleyen arkadaşlarınızla çok rahat mücadele edecek ve hatta onları yenecek duruma gelebilirsiniz” dedi. Oldukça sevinmiştim. Çünkü geçirdiğim bir ameliyat dolayısıyla uzun yıllardır artık masa tenisi oynayamadığım için sürekli yaptığım bir spor dalı da yoktu. Hem yeniden sporla ilgilenmeye başlamış olacak ve içine düştüğüm fiziki hantallıktan kurtulacaktım, hem de arkadaşlarıma sürpriz yapacaktım!
Çok ilginç, peki sonra ne oldu?
Sami Ustamın bana verdiği programa büyük bir titizlikle uymaya çalıştım ve yaklaşık iki ay sonra ellerimi masaya vurmaktan kurtuldum. İlerleme iyi yönde idi. Salondaki insanlar öylesine yardımsever, öylesine güzel insanlardı ki, her birisi bana ellerinden geldiğince bir şeyler katmaya çalışıyorlardı. Hem yaşlansam da yapmayı sürdürebileceğim bir spor dalı bulmuş, hem de bilgiler almaya başladıkça nasıl komplike bir oyunla karşı karşıya olduğumu anlamıştım.
Genelde şiir kitaplarının ismi, içerideki şiirlerden birinin başlığı oluverir. Fakat “Bilardo Telmihleri”nde siz sadece bir şiirinizde değil, neredeyse her birinde bilardonun kavramlarına atıflar yapıyorsunuz. Bilardo nasıl oldu da şiire dönüştü?
Meselenin künhü bir bilardo salonundan dünyaya açılmakla ilgili. Toplar, dönüşler, açılar, üçgenler, disiplin, zeka, sabır, istikrar, istikamet, duruş, tutuş, konsantrasyon ve vuruş. Bilardo bir topa vurma sanatıymış gerçekten.
Kurstan çıktığım bir günün akşamında bilardonun tarihini okumak geçti içimden. Kaynaklarda yer alan bilgileri gözden geçirmeye başladım. “Bilardo Öğretimi” kitabının yazarı Dr. Helmut Hark bilardonun tarihi gelişimini şöyle anlatıyordu:
“1550 yıllarında Londra`da Bill Knew adında bir emanetçi yaşıyordu. İşi pek iyi gitmediğinden kendisinin boş zamanı çoktu ve canı sıkılıyordu. Bir gün aklına ülkesinin sembolü olan ve kapının üstünde duran üç topla tezgâhın üzerinde oynama fikri geldi. Topları oynatmak için “Yard” denilen bir çubuk kullandı. Yard=0,914m. uzunluğundaki ölçüm çubuğunun adıdır. Kısa zaman sonra komşuları da oyuna katıldılar ve toplara vurdukları çubuğa “Bill`in yardı” adını verdiler. Buradan daha sonra bilardo oyununun ad ve fikrinin çıktığı kabul edilir. Fakat Fransızlar da bilardonun buluşunu kendilerine mal ederek terimi “Billes” = Top ve “Art” = Sanat kelimelerinden türetirler. Böylelikle bilardo “Top oynamanın sanatı” olarak kolayca çevrilebilir.”
Okumalarımı sürdürdükçe, bir gün canı sıkılan İngiliz Kralına can sıkıntısından kurtulmak için topların getirildiği ve onlarla oynamasının istendiği rivayetine de ulaştım. Gittikçe renkli bir hal alıyordu bilardo. Ve bir akşam dünyayı bir anda bir bilardo masası gibi görmeye başladım. Birileri insanlıkla sürekli bilardo oynuyordu. Toplara istediği gibi vuruyor, onları dünyanın değişik yerlerine bırakıyor ve durmadan sayı kazanıyordu. Kavramlarına yöneldim bilardonun.
Derinliğe indikçe her kavramın insanlık aleminde bir karşılığı olduğunu hissetmeye başladım. “Karot” diye bir kavram var mesela. Rakibe sayı bırakmamak üzere topları masaya yerleştiriyorsunuz. Rakip sayı almakta zorlanıyor ve hatta alamıyor. Şimşekler çaktı bu kavramı okurken. Dünyanın pek çok yeri karota döndürülmüştü. Ortadoğu karotto, Afganistan karot. Orta Asya karotto, Myanmar karot. Kavramların her birisi açılımlara neden oldu içimde.
Sanatın geçişkenliği işlemeye başladı ve şiir bir ırmak gibi aktı içimde. Yaklaşık 11 ay içinde 41 kavramı derûnumda şiire dönüştü bilardonun.
Şiirler farklı dergilerde yayınlanmıştı değil mi?
Bazıları İtibar ve Ay Vakti edebiyat dergilerimizde yayınlandı. Kırk bir kavram ve bilardo telmihleri. Bilardoda şu anda maçlar kırk sayıyla kazanılıyor. Kırk bir şiirle bilardoculara bir fark atma imkânı da yakalamış oldum böylece.
Bilardo neredeyse tüm kavramlarıyla böyle şiire dönüştü işte.
Kitaptaki şiirleri okurken pek çok özellik bir yana üslup tercihiniz çok dikkatimi çekti. Sözü yormamaya çalışan, okuyucuya bulmaca çözdürmek istemeyen, ironik, imgesel ve kapalı bir anlatımı tercih etmeyen bir şair gördüm. Bu hususta ne dersiniz?
Böyle olması gerekiyor çünkü. Konu zaten derinliğine inilmesi gereken ağır bir konu. Bir de okuyucuyu yorucu ve gereksiz imgelerle meşgul etmek fuzuli ve faydasız olurdu.
Kitabınızda sizin en çok sevdiğiniz mısra hangisi oldu?
Çık çıkabilirsen kanın içinden
Neden biliyor musunuz? Kabil Habil meselesinden beri dünyanın özeti bu mısra. Bir de melekler Rabbimize insan için “Yeryüzünde kan dökecek ve huzursuzluk çıkaracak birisini mi yaratıyorsun ey Rabbimiz?” diye sorarlar ya hani. İşte tüm bunların özeti bu mısra:
Çık çıkabilirsen kanın içinden
Modern hayatın tüm olumsuzluklarına karşı şiiri koruyucu bir şemsiye olarak mı görüyorsunuz? Şiir bir sığınak mı sizin için?
Kesinlikle öyle. Bir sığınak ama aynı zamanda bir savunma aracı. Modern dedikleri fakat bir o kadar da barbar çağımıza karşı insanı şiirle savunmanın mücadelesini veriyorum. Yapmaya çalıştığım tam anlamıyla bu. Vurulan toplar sadece bilardo topları değil çağımızda. Büyük ve patlayan toplara vuruluyor sürekli ve insanlar ölüyor. Kan adeta derya gibi. Boğdukça boğuyor insanı. Sömürü bitmiş değil ve çağın tiranları insanın kanını sömürüyor.
Şiirlerinizle kendinizi, tüm hissiyatınızı, fikriyatınızı, dünyanızı ifşa ettiğinizi düşünür müsünüz? Bu sizi endişelendirir mi?
Hayır endişelendirmez. Çünkü benim hissiyatım kirlenmemiş insanî duyarlılığın hissiyatıdır. Benim fikriyatım, Aristo mantığıyla bilimselleştirilmiş ve tanrı tabancası ve tanrı parçacıkları deneylerine kadar yaygınlaştırılmış paganizmin hakimiyetine karşı mücadelesini verdiğim tevhidi inancın fikriyatıdır.
Şairler babil kulelerinde yaşarlar gibi bir algı vardır. Fakat siz her gün bir şehirde insanlar arasındasınız. Mısralarınızın ilhamını doğrudan insan hikayelerinden mi alıyorsunuz?
Mü`min şairin kulesi olamaz. İnsanlardan kendisini soyutlayamaz. Kimseden üstünlüğü filan da yoktur. Bizim inancımızda üstünlüğün ölçüsü bellidir: Takva. Bunun dışındaki bütün üstünlük iddiaları veya vehimleri şeytanidir. Mü`min şair bu tuzağa düşmemeli. Aksi takdirde bir kuleye mahkum olur ve o kule ölüm sonrası zindanına dönüşebilir.
Mısralarımın ilham kaynağına gelince, bütün bir kâinat ve hayattır.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarınız hayli sıkıntılı geçmiş. Okulunuza en yakın okul 15 kilometre uzaklıktaymış. Boyacılık yapmış, üniversite döneminde fırınlarda ve inşaatlarda çalışmışsınız. O günler sonraki dönemlerde yazı hayatınızı, özellikle şiirlerinizi nasıl etkiledi sizce?
Büyük etkisi oldu o dönemlerin şiirime ve sanat çalışmalarıma. Kişiliğimin oluşumuna tesir etti ilk önce. Bakış açıma ve inancıma. Sabrı ve umudu öğretti, hayatın diğer yanlarını öğretti şükür. Kalbin en büyük makam olduğunu öğretti. Kalp kırmanın en büyük facia olduğunu. Şiirlerim işte bu iklimde şekillendi hep.
Şair dertli olmalı mı?
Yarası olmayanın şiiri olmaz.
Romanlarınızın da olmasından mülhem sormak isterim, şiir ile romanı iki ayrı imkan olarak düşündüğünüzde hangisi size daha yakın durur? Neden?
Şiir ile içiçeyim. Şiirle yoğruldum ben. Babam rahmetli iki divanı ezberden okurdu. Amcalarım da öyle. Yüzlerce şiir bilir ve okurlardı çocukluğumuzda, köy odasında. Şiir damarlarımda devaran edip durur bu nedenle. Roman ise bir yerlerde gizli bir hazine gibi ona varmamı bekler. Varacağım inşallah.
Naat kıvamındaki “Yağmur” isimli şiirinizi çok ayrı bir yerde görüyor musunuz?
Elbette. Umarım ki ahirette bir hırka hediyesine sebep olsun Peygamberimin. Yoksa bu günahkarı Rabbimin affı, Efendimizin şefaatinden başka ne kurtarabilir ki!
Günümüzde çok iyi edebi eserlerin üretildiğini, çok sağlam şairlerin, hikayecilerin, romancıların yetiştiğini düşünüyor musunuz? Yoksa bir kuraklık döneminden mi geçiyoruz?
İyi durumda olduğumuzu söyleyemem. Her alanda olduğu gibi edebiyatta da başka kültürlerden öykünmek yerine bize dair bir dirilişin ve yeniden kendimize dönüşün olması şart diye düşünüyorum.
Şairanelikte ilerlemek isteyen genç okurlarımıza hangi pratik tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Eskiyi öğrenmeden yeni olamazlar. Yeniyi öğrenmeden eskiyi kıymetlendiremezler. Bunun üzerinde düşünsünler isterim.
Yeni eserlerinizi bekleyelim mi yakın zamanda?
“Siyah Gözlerine Beni de Götür” romanı geliyor yakında inşallah.