
İktisat profesörü Mustafa Özel Hoca 1956 doğumlu. Boğaziçi İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. Bilim Sanat Vakfı’nın kurucularından. Bankacılık, sanayi ve dış ticaret sektörlerinde yönetici ve danışman olarak çalıştı. Şu an İstanbul Şehir Üniversitesi’nde derslerine devam ediyor. Son yıllarda çeşitli dergilerde ve konferanslarında romanlar üzerinden iktisat, siyaset ve gündelik hayat okumaları yapıyor. Yazılarını iki ayrı kitapta toplamışken biz de bir vesile bulup kendisi ile söyleşi yaptık. Nasıl oluyorda kurgu ürünü romanlar 100 yıl sonrasının hakikatine işaret edebiliyor? Merak ediyorsanız buyurun:
Gençlik sizin için neyi ifade ediyor?
Gençlik benim için ‘delikanlılık’ demek. Kanın deli olması, damara sığmaması. Cinsiyet ayırımı yapmadan söylüyorum, pek tabii; delikanlıları kadın erkek diye ayırmıyorum. Hizaya girmemek, Don Kişot olabilme kabiliyetini yitirmemek, gençlik budur! Don Kişot, son dört yüz yılın en delikanlı kurgu kahramanıdır. Gerçek bir idealist. Aşk, dostluk, feragat dahil bütün duyguların ve insanlar arasındaki her tür ilişkinin paraya çevrildiği yoz bir çağda, hakikatı ancak bir delinin haykırabileceğini simgeliyor. Akıllı genç, çoğu zaman, eğitilerek haksız düzene boyun eğdirilen genç demektir. Adalet duygusu iptal edilmiş, hadım edilmiş genç demektir. Don Kişot, çılgın bir adalet nöbetçisidir. Ondan nöbeti devralmaya aklı ve kalbi hazır olan delikanlılara genç demek lazım. Gençlik bir yaş meselesi değildir. İnsanların çoğu yirmisine kadar bebek, yirmibirindeyse bunak olurlar!
İktisatla edebiyatı birleştirmeye çalışıyorsunuz. Niçin?
Modern hayatın ana meşgalesi iktisadî faaliyettir. Ortalama bir dünya vatandaşının siyasî faaliyeti üç-beş yılda bir oy kullanmaktan ibarettir; oysa yüz kişiden doksanı her gün sabah sekiz akşam altı bir şirketin çarkları olarak çalışmak zorundadır. Onun için, Smith, Marx, Veblen, Keynes, Hayek gibi iktisatçıları ciddi biçimde kavrayamayan, ne roman yazabilir bence, ne de şiir! Modernlik, üç kurgunun üst üste çakışmasıdır: Kâğıtpara, Ulus ve Roman. Kâğıtpara’yı tek kelime olarak yazıyorum, çünkü bu icat para değil, simyadır. Ulus da, millet değildir. Bir toplum geçmişini unutabilirse, ulus olabilir. Millet ise, hatırlayarak gerçekleştirilen bir birliktir. Unutarak ulus, hatırlayarak millet oluruz. Bu gerçekliği eserlerinde en iyi yansıtabilenler Halide Edib, Tanpınar ve Kemal Tahir gibi romancılarımızdır.
Marx’ın daha sokakta oyun oynadığı bir dönemde, Goethe modern ekonominin sırrını Faust II’de ifşâ ediyordu: Kâğıtpara, kapitalist ekonominin kanıdır ve “emeksiz değer yaratma” girişimidir. Ancak bu, kısa vadeli bir “sanal altın” yaratma eylemidir; orta ve uzun vadede, sanal refahın maliyetini halk ödeyecektir. Kâğıtpara, hükümdarlara sınırsız borçlanıp, anapara ve faizi halkın sırtına yükleme imkânı vermektedir. Özgür bireylerden oluştuğunu vehmettiğimiz modern uluslar, insanları, kâğıtpara mekanizmasıyla borçlandırılmış yük hayvanlarına dönüştürmektedir. Bu ‘gerçeği’, toplumbilimcilerden önce, Goethe, Balzac, Zola, Dickens gibi ‘kurgucular’ farketmiştir.
Tarihi biz genelde geçmiş ile irtibatlandırırken, siz onu hep gelecekle içiçe ele alıyorsunuz. Bu bana çeyrek asır önceki bir kitabınızın başlığını hatırlattı: İstikbal Köklerdedir.
Tarih, geçmişte yaşadıklarımız değil, gelecekte yaşamayı düşlediklerimizdir. Ulu Hakan da, Kızıl Sultan da aynı kişidir ve tarihsel zaman içinde değil, düşsel zaman içinde ‘yaşamış’tır. Olgu değil, kurgudur. Abdülhamid veya Mustafa Kemal, et ve kemikten insanlar değil, özlemlerimizin ete kemiğe bürünmesidir. Özlem, arzu ve çıkarlarımızın. Bu yanıyla Gılgamış’a benzer tarih, “üçte ikisi Tanrı etinden, üçte biri insan.” Tarihin de üçte biri hayattır, üçte ikisi roman!.. Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı romanına şu sarsıcı ifadeyle başlıyordu: “Siz benim geçmişi aradığımı sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Ben sizin geleceğinizi aramaktayım.”
Roman yazarı geleceğimizi arıyorsa, FETÖ’nün romanını da 80 yıl önce Robert Musil yazdı diyorsunuz?
Bu meşum örgütün mahiyetini medyatik kafalı hiçbir araştırmacı-tarihçinin, Niteliksiz Adam başlıklı romanıyla Musil kadar ikna edici biçimde açıklayabildiğini sanmıyorum. Avusturyalı romancı, devasa bir mekanik aygıta benzeyen paralel örgütün hem meczup liderinin, hem de niteliği olan ama adam olmayan elemanlarının psikolojisini hepimizden iyi resmediyor. Lider ise, nereye gittiğini bilmediği için, o kadar hızlı mesafe katedebiliyor!
İki yeni kitabınız raflardaki yerini aldı. Roman Diliyle Siyaset kitabınızın bence anahtar kelimeleri ulus ve emperyalizm. Roman Diliyle İktisat kitabınızın ise kâğıtpara ve kapitalizm. Siz okuduğunuz romanları, bu kavramlar arasındaki irtibatı göstermede kullanıyorsunuz değil mi?
Kullanmıyor, onlardan öğreniyorum. Roman, bir kurgu olarak, kâğıtpara ve ulus kurgularını tamamlıyor. Kâğıtpara, para tarihinde yepyeni bir uğraktır. Ekonomiye simyayı sokmuş, emeksiz değer yaratımını mümkün kılmıştır. Bunu en iyi kavramış düşünür ise bir iktisatçı değil, şair/romancı Goethe’dir. Bu meseleyi Faust II ve Momo (Michael Ende) üzerinden tartışıyorum. Fakat biz daha kâğıtparanın mahiyetine tam akıl erdiremeden bitcoin zuhur etti: hikâyepara. Bakalım onun romanını kim yazacak?
Sahi, nasıl bakıyorsunuz siz bu bitcoin meselesine?
Diyanetle aramı açmayın! Caiz değil diye fetva verdiler hemen. Gerekçeleri kısmen doğru. Coinlerin büyük bir kısmı resmen kumar aracı; kumar ve dolandırıcılık. Fakat bitcoin denen coin dahil olmak üzere, bir kısmı da, insanlık tarihinin en büyük zulüm ve sömürü aracı olan kâğıtparaya karşı bireyleri koruyucu bir malî enstrümana dönüşebilir. Sırf devlet çıkarları yüzünden, böyle bir insanî potansiyelin bastırılması caiz değildir!
Ulus meselesine dönelim izninizle. Tanpınar, Halide Edib ve Yakup Kadri üzerinden ilginç bir okuma yapıyorsunuz.
Edebî siyaset sosyolojimizin üç direğidir bu kurgu ustaları. Sahnenin Dışındakiler, ulus yaratmadaki kısırlığımızı cami’nin köklü etkisiyle irtibatlandırıyor: “Camii, içtimaî jeolojinin merkeziydi” diyor Tanpınar. Meselenin kalbinde Allah vardı ve mabedin yerine marketi (piyasayı) ikame etme girişimi toplumun bilincini yaralıyordu. Ankara yazarı içinse olay daha basitti: Bir gün gelip de öleceğini aklından bile geçirmediği “Tanrı-Atatürk” ulus ol! demiş, ama cemiyet bir türlü ulus karakterine bürünememişti. Yakup Kadri, Ankara romanında başlattığı rejim eleştirisini Panorama’da keskinleştirir. Ebedî Şef ölmüş, onun yerini alan Millî Şef ise yazarımızı derin bir düşkırıklığına uğratmıştır. Bir park yerine dikilen Atatürk büstüne dert yanıyor: “Akıbetimiz ne olacak? Şimdi yine bir uçurumun kenarına geldik. Söyle, selamet yolu nerede?” Yakup Kadri’nin ve tunçtan Atatürk’ünün sustuğu yerde Halide Edib söze başlıyor ve İnkılab’ın fikrî ve iktisadî açmazını “Şeytan’ın inâyetiyle” aşmaya çalışıyor!..
Nasıl?
Sinekli Bakkal, modern Türk edebiyatının Faust’uydu! İçtimaî jeolojinin merkezini mabetten markete kaydırıyor ve topluma şu mesajı veriyordu: “Türkoğlu, medenî ve güçlü olmak istiyorsan, Şeytan’ın hakkını ver!” Fakat, Halide Hanım “unutamayan ulusçu”ydu. Bir yandan da, en geniş anlamda “Türk Milleti”nin ruhuyla bütünleşmiş olan Allah’ı gücendirmemenin çârelerini arıyordu. Ulusu arzuluyor, milletten vazgeçemiyordu.
Sonsuz Panayır romanını da çok önemsiyorsunuz.
Sinekli Bakkal edebî siyaset sosyolojimizin temelini oluşturuyorsa, bu roman da edebî iktisat sosyolojimizin direklerinden biridir. Bugün yazılsa, sadece İki Binler yerine Yirmi Binler diyecek, romanın diğer kısımlarına dokunmayacaktık! Romanın nüvesi olan “Şeytanla çatışma sanatı”nın hazmı zor olduğundan, Emile Zola ile Peyami Safa’yı yardıma çağırdım. Zola, 1860’ların Paris’ini resmetmeye çalıştığı Tazı Payı romanında, siyasetin nasıl servet avcılığına dönüştüğünü irdeliyor; Peyami Bey ise Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda emek/sermaye dengesine dayalı bir adil düzen öneriyor. Bu türden kurguları “Cumhuriyet Dönemi İktisadî Gelişmesi”nin birinci derecedeki tarihî kaynakları arasında sayıyorum.
Zola’nın Para romanı sanki günümüzün Kudüs meselesini 1890’lardan haber veriyor gibi!
Zola’nın bu romanı hem Fransız sömürgeciliğinin hakimâne kritiği, hem de sömürgeciliğin iki temel kaynağının tarafsız ifşâsıdır: Din ve borsa. Paris borsası üzerinden, dinibütün Katolikleri yolacak finans üçkâğıtçıları olmasa, Şark’ı ilerletme suretiyle talan etme projeleri rafta kalırdı. Peyami Safa ise, Biz İnsanlar romanında, Avrupa emperyalizmine karşı çıkma maskesi altında, Rus emperyalizminin değirmenine su taşıyanları deşifre ediyor. Bu iki romanın “paralel” okunması, günümüzdeki birçok gelişmeyi de aydınlatacak imkânlar sunabilir. ‘Fransızlar’ (Avrupa + ABD) ve Ruslar bugün de Şark’ı demokratikleştirme yoluyla talan etmeye çalışmıyorlar mı?
Kitabın ikinci bölümünde daha çok Joseph Conrad ile muhatap oluyoruz. En sonda da Jules Verne ile.
Bunlar tarihî bir gerçeğin altını çiziyorlar bence: Emperyalizmin gerçek yüzü romandadır! Conrad’in iki romanını ele alıyorum sadece: Avrupa emperyalizminin Afrika serüveni (Karanlığın Yüreği) ve Amerikan emperyalizminin Latin Amerika serüveni (Nostromo). Birincisi sömürgeci yüreğin karanlığını aydınlatırken, ikincisi yatırım görüntülü liberal sömürgeciliğin içyüzünü ifşâ ediyor. Aynı zamanda, yerli kurtarıcıların sömürgeciler kadar talancı olabileceğini de. Emperyalizmin yeni bir yüz (daha doğrusu, yüzsüzlük) ile bölgemizi kuşatmaya çalıştığı bir tarih döneminde, bu kurgulardan öğreneceğimiz sayısız gerçekler var!
Roman Diliyle İktisat kitabınızı konuşmaya fırsat bulamadık. Başka zaman inşaallah. Karanlığın Yüreği’nin mesajı ile noktalayalım söyleşimizi.
Bu romanın ana kahramanı Kurtz, ruhu delirmiş Avrupa’dır: Adı Almanca, anası İngiliz, babası yarı Fransız. Bütün dünyayı yutmak isteyen, açgöz, kıyıcı, şeytanî Avrupa. Herşeyi kendine çeken azgın bir hortum: “Benim fildişim, benim şubem, benim nehrim...” Her şey onundu, diyor Conrad, fakat önemli olan “onun kime ait olduğu, karanlığın kaç tane gücünün ona sahip çıktığıydı.” Sadece kapitalist girişimci ve emperyalist devlet adamlarını karanlığın güçleri arasında sayarsanız, yanılırsınız. 19. Yüzyılda, liberal filozoflar da liberal sömürgeciliğin bayraktarlığını yapıyordu: James Mill, beyaz-olmayan halkların özgürlük ve demokrasiye lâyık olmadığını söylerken, oğlu John Stuart Mill, liberal ilkelerin “aşağı halklara” uygulanamayacağını belirtiyordu.
Bu bağlamda daha çok Hindistan sömürüsü meşrulaştırılırken; onlardan yüz yıl kadar önce John Locke ile David Hume, Amerikan kıtasının sömürülmesini Liberal İncil’e göre haklılaştırmaya çabalıyorlardı. Locke, Amerikan yerlilerinin köleleştirilmesini, hatta düpedüz tenkilini normal görüyordu; çünkü yerlilerde mülkiyet duygusu yoktu. Toprağı gereğince kullanmıyor, israf ediyorlardı! Hume ise koyu deri renginin ahlâkî ve zihnî aşağılık işareti olduğunu, Tanrı’nın maalesef bir değil, birçok insan türü yaratmış olduğunu söylüyordu. Conrad’in romanları sadece 19. yüzyıl iş ve devlet adamlarıyla değil, modern Avrupa siyaset felsefesiyle de epik bir hesaplaşmadır.