Mehmet Genç Hoca, Türkiye`nin duayen tarihçilerinden. 84 yaşında olmasına rağmen taptaze bir zihni, dinamizmi, heyecanı ve ilim aşkı var. Osmanlı İktisat Sistemi`ni ve onunla bağlantılı konuları Mehmet Genç Hocanın 40 yıl üzerine titrediği kitabından öğreniyoruz bugün. Kendisinin ilmi çalışmaları kadar hatıraları, tecrübeleri ve tanışıklıkları da önemli. Onunla hayat hikayesinin önemli duraklarını konuşma fırsatı bulduğumuz için kendimizi çok şanslı hissediyoruz. Eminim siz de söyleşiyi okuyunca öyle hissedeceksiniz.
Bu söyleşimizde biraz sizin kıymetli hatıralarınıza yoğunlaşmak istiyorum müsaadenizle. Yedi çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak 1934 yılında Artvin’de doğdunuz. Nasıl bir muhitte geçti çocukluğunuz? Nasıl bir çevre vardı etrafınızda?
Kendimden bahsetmeyi pek sevmedim. Pek ilgilenmedim de. Şimdi ilk defa bu başıma geliyor. Kendimden bahsetmeyi sevmememin nedenlerinden biri, başkalarının haklarına zarar verebilmektir. Çünkü hatıra anlatırken daima bir takım insanlarla ilgili ilişkiler vardır ve onların haklarına zarar vermekten Müslüman olarak çok korkarım. Onun için kendimden de, başkalarından da fazla bahsetmeyi sevmem. Ama yine de dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
1934, Cumhuriyetin 11. yılı. Artvin’in sahil kasabası olan Arhavi’nin bir köyünde doğdum ben. Köyün o zamanki nüfusu yaklaşık 250 kişi idi. Okuma-yazma oranı yüksek bir bölge idi. Artvin 1950’de okuma yazması yüzde 100 olan Muğla ile birlikte Türkiye’nin rekoruna sahipti. 1930’ların Türkiye’sini şimdi siz okuyorsunuzdur, fakat okuyarak anlaşılacak gibi değil. Çok fakirlik vardı. Şimdiki gibi sefalet, açlık gibi bir fakirlik değildi bu. Açlığımız yoktu; ekmeğimizi biz kendimiz üretiyor ve tüketiyorduk, problem yoktu fakat para yoktu. Pazardan birkaç şey almak için para bulmak hiç kolay değildi. Yazları çıplak ayakla gezerdik. Şimdi tabi şehirde kimse öyle gezmiyor, köylerde de gezmiyor. Yazları ayakkabımız yoktu. Kışın daha çok çarık giyerdik. Lastik ayakkabı çok lükstü.
O zorluklarla önce İstanbul’da yatılı lise sınavlarını kazandınız ardından Ankara Siyasal’da okumaya başladınız. Üniversitede sınıf arkadaşlarınızdan birisi Sezai Karakoç’tu. Aynı dönemde Mete Tunçay vardı. Mehmet Şevket Eygi, hatta Cemal Süreya sizinle aynı dönemde Mülkiye’de idi. Aykırı görüşler bir araya gelip nasıl güzel bir dostluk kurabildiler?
1954-58 arasında Ankara. O zaman Ankara’nın nüfusu 300 bin filandı, küçük bir yerdi. Sıhhiye’ye inip Kızılay’a kadar yürüyünce herkesi görürdük, öyle bir şehirdi. Mülkiye’nin kantini Ankara’nın adeta entelektüellerin devam edebildiği bir odak gibi idi. Çoğumuz yatılıydık. Kantinde çok çeşitli fikirlerde gençler bir aradaydı ve çok güzel anlaşıyorduk. Ben birinci sınıfta iken Şevket Eygi ikinci sınıftaydı. Sezai dördüncü sınıfta idi, Mete bir sene sonra girdi. Taner Timur bir sene sonra geldi. Yalçın Küçük geldi. Cemal Süreya da Sezai ile aynı sınıftaydı.
Çok değişik fikirlerde gençler bir arada konuşuyor, tartışıyorduk. Fikirlerimizi değiştirmiyorduk ama bizim gibi düşünmeyen arkadaşımızla kavgasız, gürültüsüz konuşabiliyorduk. Mesela Mete’yle fikrimiz uyuşmazdı, Mete o zaman komünist değildi Kemalist’ti sadece. O zamandan fikirlerimiz ayrıydı, ama çok iyi arkadaştım ben Mete’yle. Sezai (Karakoç) ertesi sene de kaldı, sonra ayrıldı. Sezai’nin de komünist, solcu, anarşist olan arkadaşları vardı ama herhangi bir şiddet olmuyordu. Sonra Mülkiye’de mescid vardı. Yani mesela ben vakit namazı kılıyordum. Sezai ve Şevket de kılıyorlardı. Ama daha fazla namaz kılan yoktu. Kılıyoruz diye bize sinirlenen kimse de yoktu üniversitede. Bu söylediklerim genç arkadaşlar için tuhaf gelebilir. 1950’lerin Türkiye’si bu. 1970-80’den sonra bir üniversiteye mescit açılsa kıyamet kopabilirdi.
Üniversitede okurken verem rahatsızlığınız ortaya çıkmış. Çok zor bir süreç olmalı. Ondan biraz bahsedebilir misiniz?
Mülkiye’nin son sınıfında iken biraz fazla çalışmışım, çok iyi notlar verdiler, burs kazandım. Burs için sağlık raporu almak gerekiyor. Ben de rapor almak için gittim. Ciğer filmi çektiler ama küçük filmdi. Orada verem gördüler, tüberküloz filtrasyon.
Tabii bugünlerin belki kanseriyle bile kıyaslanamayacak bir hastalık. Ölümcül, tedavisi yok.
Kanserle kıyaslanmaz elbette, kanserin tedavi edilen bir sürü türü var. Tüberküloz ince hastalıktı ve götürürdü. Şöhreti o idi.
Siz mesela ilk öğrendiğinizde ne hissettiniz?
Ben kendimi gayet iyi hissediyordum. Sigara da içmiyordum. Dedim ki bu yanlış oldu herhalde (gülüyor). Bende tüberküloz olmaz. Doğru dürüst bir film çekilsin de anlayalım dedim. Büyük film çekildi ve doktor aydınlanmış cama koydu, baktı, gözleri açıldı, çok heyecanlandı. Ve bütün asistanlarına “Gelin, gelin arkadaşlar!” dedi. Ben bekliyorum ki “Sende bir şey yok, o film yanlışmış” raporu yazıp verecek.
Küçük filmde görüldüğünden çok daha muhteşem bir tüberküloz manzarası gördü ve çok heyecanlandı adam. Dedi ki “Bakın, ders kitaplarında baktığınız tüberkülozun çok muhteşem bir örneğini görüyorsunuz. Böylesi az rastlanır.” Ve heyecanla detaylarını anlattı. Tabii ben tüberküloz olduğumu o anda anladım. Gençken hızlı düşünüyor insan. Tamam öleceğiz güzel, ama bu adamın bu heyecanı nedir? (gülüyor) Yani 20 yaşındaydım o zaman; 20 yaşında bir adam, idama mahkûm, ölüme mahkum ve adam heyecanla ilmî bir şey anlatıyor. Gerçekten çok etkilendim. “Bu,” dedim, “İlim heyecanıdır.” Yani kafasındaki bir modelin örneğini görünce çok heyecanlandı. Ben ölecekmişim, kalacakmışım o problem değil diye düşündü adam. Ondan sonra ben ilim yapmaya karar verdim.
Yani o yakalandığınız “ölümcül” hastalık sizde ciddi bir ilim aşkı oluşturdu.
Evet aynen öyle.
Sonra ne oldu?
6 ay hastanede sırt üstü yattım. Epey ileriydi rahatsızlığım. O küçücük mikroorganizmalar ancak büyüteçle, mikroskopla görebildiğimiz o küçük varlıklar muazzam bir irade ile bizimle mücadele ediyorlar. Hamd olsun şifa bulduk. Allah’ın bir lütfu da şu oldu: Eğer fazla çalışıp da o bursu kazanmasaydım o hastalığı bilemeyecektim ve kendim iyiyim falan derken herhalde 1 sene sonra ölebilirdim.
Hastanede yattığınız süreçte neler yaptınız?
Bol bol okudum. Osman Yüksek Serdengeçti, Allah rahmet eylesin, çok önemli bir adamdır. Rahatsız olduğumu öğrenince sık sık ziyaret etti beni. Bana Dostoyevski’nin kitaplarını getirdi. Ben o zamana kadar roman filan okumuyordum. Ben başka şeylerle uğraşıyordum, felsefeyle matematikle vs. Roman, hikâye bunlar bir şey değildir diye düşünüyordum.
Dostoyevski, ilk okuduğum romancı oldu. Gençlere tavsiyem Dostoyevski’yle başlamasınlar. Dostoyevski’yle başladıktan sonra başka roman okuyamaz insan (gülüyor). O kadar derin bir adamdır. Çok etkileyici. Osman abi bütün Dostoyevski kitaplarını getirdi. Bir de tesadüf, romanlarında 19. yüzyıl Rusya’sını anlatıyor. Her romanında mutlaka veremden ölen bir adam var (gülüyor). Şimdi siz onu bilmezsiniz, ben dikkat etim hepsinde bir veremden giden olur.
Ve siz verem tedavisi görürken okuyordunuz onları?
Tabii, verem tedavisi görürken. Ve sırt üstü yatırıyorlardı, hareket de edemiyorduk. Sırt üstü yatarken, böyle kitap tutarak okumak, eee canım Hegel böyle okunmaz, kalın bir kitap, üzerine düşse yaralanabilir insan. Ama Dostoyevski okunabiliyordu. Diğerlerini de okudum o sırada. Shakespeare, Goethe, Tolstoy, Dickens okudum. Önemli adamlar. Dediğim gibi Dostoyevski roman seviyesinde zirvedir. Ama Türklerden hoşlanmaz. Türk düşmanlığı da vardır.
Peki sizi 40 yıl boyunca (ve hâlâ devam eden) Osmanlı iktisadi yapısını anlamaya yönelik gayrete yönelten temel soru neydi? Nasıl bir merakla başladınız?
Biz üniversitede iken Osmanlıları beğenmezdik. Severdik ama beğenmezdik. Onları sadece savaşmış, hiçbir ilim, felsefe, teknoloji, yapısal sistem kurmamış; bunlarla ilgilenmemiş kişiler olarak görürdük. Herkes öyle zannederdi. İnsan babasını beğenmeyebilir lakin babası, babasıdır. Değiştiremezsiniz. O baba neyin nesiydi, kimin fesiydi diye merak ediyor insan. Temel merak ve soru işareti olarak şu uyandı bende: “Avrupa’daki muazzam ilerlemeye karşı Osmanlılar ne yaptılar? Durdukları yerde hiçbir şey yapmadılar mı? Neden böyle oldu? Başımıza niçin bunlar geldi?” Basitçe bu şekildeydi. Bu merak beni birtakım okumalara ve araştırmalara sevk etti. Kapitalizmin neden Osmanlılara gelmediğini öğrenmeye çalıştım. Sonra Osmanlıların hayranlık verici ekonomik sistemini çözmeye çalıştım.
Önce Fransızca öğrendim fakat Fransızcamın ve İngilizcemin yeterli olmayacağını anlayarak Osmanlıca da öğrenmem gerektiğini fark ettim. Onu hallettikten sonra Osmanlı arşivine girdim. Ardından Osmanlıların yaptıklarının tamamına çok büyük hayranlık duydum. Osmanlıları hiç beğenmeyen, sevmeyen yabancılar da Osmanlıların kendilerinin hazırladıkları belgeleri tanıdıkça hayranlıkları kesinlikle artıyor. Onu söyleyeyim. Çünkü orada muazzam bir birikim, yüzyıllarca devam etmiş müthiş bir sistem var. Biz sadece kaba savaşçılar zannederken önemli bir ekonomik sistemleri olduğunu, oturmuş bir bürokratik yapının varlığını, ekonomik sistemin varlığını, sanatı, felsefesi, ilmi olduğunu gördük.
Pek çok kişi ile tanışıklığınız var. Erol Güngör, Ömer Lütfi Barkan, Osman Yüksel Serdengeçti... Ben özellikle Necip Fazıl’la tanışıklığınızı merak ediyorum? Onu yakından tanıyanlardan bazıları çok yüceltirken, bazıları da aksiliğinden dem vuruyor. Siz nasıl görüyordunuz?
Necip Fazıl çok önemli bir şair. Tiyatro yazarı, düşünür. Deha sahibi bir adamdı. Necip Fazıl’ın tarihçiliği yok. Tarihle ilgili şeyler yazmıştır ama onun için çok önemli değildi. Necip Fazıl çok önemli bir tiyatro yazarıdır. Türkiye’de onun çapında tiyatro yazarı bildiğim kadarıyla yok. Ona ulaşabilen olmadı.
Necip Fazıl, Türkiye’de, İslam’ı açığa çıkaran, ona can veren bir kalem oldu. O bakımdan çok büyüklüğü var Türkiye tarihinde. Çünkü 38-40’larda başladı Büyük Doğu’ya. Mesela söyledim ben size Mülkiye’de 500 kişi okuyoruz, Cuma namazına giden 3 kişi var. 1960-70’lere kadar dini bütün bir Müslüman kim olur? Köylü, hademe, işçi, falan filan olurdu. Yani okumuş, yazmış bir insanın, ütülü pantolon giyen bir insanın namaz kılması akla gelmezdi. Şimdi size çok garip gelir ama maalesef böyleydi. Müslüman tahayyülünün bu garip durumdan çıkarılmasını sağlamakta Necip Fazıl çok önemli bir rol oynadı. Bir nevi Türkiye’de Müslümanların Rönesans’ını sağladı ve çok meşakkatle yaptı bu işi. Hapse girip çıkarak.
Necip Fazıl’la tanışmam lisedeyken olmuştu. O zaman Büyük Doğu Dergisi çıkıyordu, onu okuyorduk. Necip Fazıl’ın şiir ve tiyatrodaki kalitesini ancak sonradan anladık. Karşılaştığımız zaman hayal kırıklığına uğrayanlar varsa, onu bilmiyorum. Benim öyle bir şeyim olmadı. Çok önemli bir adamdı Necip Fazıl ama tuhaf yönleri vardı elbette. Hayat hikayesini biliyorsunuz, sonradan Müslüman olmuştur ama manevi dokusu var onun. Müslüman olmadan önce de muvahhid bir insan olduğu belli.
Efendim sizin akademik çalışmalarınızın da ilginç bir hikayesi ve serüveni var. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” ismiyle kitaplaştırdığını hacimli bu ciddi çalışmanız üniversitelerde ders kitabı olarak okutuluyor. Bir benzeri de yok. Bunun yazımı yaklaşık kırk yıl sürdü. Aynı zamanda tez çalışmanız. Neden bu kadar uzun sürdü?
Kırk yıl sürdü evet. Kitabın ön sözünde hikayesini anlattım. Biraz uzun sürdü, yapmak istediğim çalışma için gerekli çalışmalar daha evvel yapılmamıştı. Yani bir kitap yapabilmek için başka birtakım kitapların yapılmış olması lazım. Tek başımıza Cenab-ı Hak vahiy gönderse olur ama öyle bir şey yok. Newton diyor ki “Dev görünüyorum.” Einstein öncesi Kozmogonya’nın en büyük mimarı Isaac Newton. “Dev görünüyorum, ama benim dev görünmemin sebebi devlerin omuzunda yükselmemdir” diyor. O devleri biliyoruz. Isaac Newton 1727’de vefat etti. Demek ki on yedi ve on sekizinci yüzyılın adamı. Tepesinde çıktığını söylediği devler taa 1543’te ölen Copernicus ondan sonra Kepler, Galileo, Pascal, Huygens yani modern ilmin oluşmasını sağlayan Avrupa’nın bütün adamlarının tepesinden gidiyor. Onlar olmasa tabi ki Newton olmazdı.
İşte bizim alanda böyle bir şey yoktu. Ben ilk defa başladığım zaman Osmanlı Arşivine, hiçbir çalışma yoktu. Hocam Ömer Lütfi Barkan şöyle söylerdi: “Arşiv belgelerine dayanarak teori yapacak bir insanın yürüyeceği yolu kendisinin inşa etmesi gerekir.” Yola çıkacağız, yürüyeceğiz ama yol yok. Yapacaksınız ve yürüyeceksiniz. Öyle bir saçmalık bizim başımıza gelen. Benden sonra bu alanda uğraşanlarında başına geldi, çünkü Osmanlı tarihi yeni başlıyor ve yeteri kadar çalışma yok. Arşiv yeni yeni karıştırılıyor. İlk defa yapacaksınız, ilk defa yapınca mecburen basit yapacaksınız. Ben basitlikten hoşlanmadığım için kırk sene uğraştım. O kırk senenin üstünden de yirmi sene geçti hâlâ uğraşıyorum.
Siz ilim tahsil etme, hayatını buna vakfetme konusunda biz gençler için örneksiniz. Son olarak bize ne tavsiye edersiniz diye sormak isterim.
Türkiye’de ferdi aşacak şekilde bir ilim ortamı yoktur. Onun için tek başına yapacaksınız. Ne yapacaksınız? Merak edeceksiniz. Şu iş nasıl oluyordu? Merak. O merakı bir mesleğe dönüştüreceksiniz. Gece gündüz meşgul olacaksınız o problemi çözmek için. Sonunda çözersiniz ve o çok büyük inşirah verir. Herhangi bir konu, ne olursa olsun bir şeyi merak edip, ısrarla, yıllarca onun peşinde gitmeli. Başka konu olabilir, değişebilir ama merak etmek sabit olmalı. Bir de ilim çok kıskanç bir şeydir. Para, şöhret, mevki onlarla hiç uzlaşmaz hemen kaçar. Farkına da varamazsınız, nereye gitti diye bakarsınız.