Tarih boyunca Mevlana’yı konuştuk, hâlâ konuşuyoruz. Yunus’u, Shakespeare’i, Yahya Kemal’i konuşuyoruz. Kalıcı bir şey ortaya koyduğunuz zaman, belki bugün adınızı bilmeyenler, duymayanlar olabilir. Ama yarın emeğinizin karşılığını bir şekilde alırsınız.
Beşir Ayvazoğlu yazı hayatında 50 yılı geride bırakmış, 60 civarında eser vermiş, hâlâ yazmaya ve üniversitelerde ders vermeye devam eden önemli bir hoca. Onu daha çok biyografi eserleri ile tanısak da şair yönü, gazeteci kimliği ve TV’lerde program yapmışlığı var. Bir dönem Kültür Bakanlığı’na da danışmanlık yaptı. Mustafa Kutlu’ya göre o Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan. Kendisi ile İcadiye’deki ofisinde bir araya gelerek keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Tatlı dili ve nezih üslubu ile kitap gibi konuştu ve bize heybemize düşenleri size aktarmak kaldı.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla kitaplarınız olsun, televizyonda yaptığınız programlar, gazetelerin yönettiğiniz kültür sanat sayfaları, üniversitelerde verdiğiniz dersler olsun her biri çok nitelikli çalışmalar. Hangi alanda varsanız onu çok iyi yapıyorsunuz. Ve bütün bunları daha fazla görünür olmak, medyatik olmak için yapmıyorsunuz. Hatta imtina ediyorsunuz TV’lere çıkmaktan veya sürekli röportaj vermekten. Hazmedilmiş bir hayatınız var sizin. Bunu nasıl başardınız? Bu hususta bizlere ne tavsiye edersiniz?
Hakikaten görünür olmak gibi bir derdim yok. Esasen insan yaptığı önemli şeylerle görünür olur. Başka türlü görünür olmak kalıcı değildir. Yani görünür ve sonra kaybolursunuz. Tarih boyunca Mevlana’yı konuştuk, hâlâ konuşuyoruz. Yunus’u, Shakespeare’i, Yahya Kemal’i konuşuyoruz. Kalıcı bir şey ortaya koyduğunuz zaman, belki bugün adınızı bilmeyenler, duymayanlar olabilir. Ama yarın emeğinizin karşılığını bir şekilde alırsınız.
İşte Ahmet Hamdi Tanpınar. Eserlerini verdiği zamanlarda alay edilen, ciddiye alınmayan bir yazardı. Ama şimdi neredeyse her yıl hakkında birkaç tane doktora tezi yapılıyor. Demek ki öyle kısa vadeli tanınmışlıklar o kadar da önemli değil. Bunların peşine düşmemek lazım. Bu da şu anlama geliyor: Gençler kısa vadede kotarılmış işlerle hemen duyulur olmak için çabalamak yerine kalıcı eserler vermek için dizlerini kırıp bütün azimleriyle, heyecanlarıyla kararlı ve istikrarlı şekilde çalışmayı göze almalılar. Başarının sırrı çalışmaktır.
GÜRÜLTÜ ÇIKARIR AMA KALICI OLAMAZSINIZ
Dizleri kırıp sabırla çalışmak maalesef bugün sanal çağda yaşayan bizim neslimiz için hayli zor. Sosyal medyada hemen fenomen olayım, YouTube hesabı açayım yüzbinlerce kişi beni takip etsin, öne çıkayım, bilineyim istiyoruz.
Sabırsızca yapılan işler belki kısa vadede ses getirebilir, gürültü çıkarabilir. Tabii böyle şeylerin gürültü çıkarması için başka özelliklerinin olması gerekiyor. Ama o kalıcı olamaz. Dolayısıyla asıl manasında kalıcı olan emek verilmiş, ter dökülerek üretilmiş eserdir.
Ben hiçbir zaman hemen tanınayım, şöhret olayım, hakkımda yazılar çıksın gayesinde olmadım. Çocukluğundan beri okuyan, hayatının belli bir döneminden itibaren de okuyup etkisinde kaldığı yazar ve şairler gibi yazmaya çalışan ama çok erkenden bu işin çok çalışarak başarılabileceğinin farkına varmış bir kardeşinizim. Bende kupürü olan ilk yazımın 1968’de yayımlandığını düşünürsek 50 yıldır yazıyorum.
Ne büyük bir baht. Yazı hayatınızın 50. yılındasınız. 60’a yakın kitap neşrettiniz. Bütün bu çalışmalarınız içinde keşke yapmasaydım, keşke şu alana girmeseydim dediğiniz bir şey var mı? Bir tür pişmanlık.
Benim bir 4 yıllık RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) üyeliğim var. 2001-2005 arası. İşin mahiyetini anlamadan hemen karar vermeye zorlandım. İki gün içinde beni aday gösterip, TBMM’de seçtiler. Neye uğradığımı şaşırmış halde kendimi üye olarak buldum. Şimdi geriye dönüp baktığımda o dört seneyi ben kendi açımdan kayıp zaman olarak görüyorum. Zor ve stresli bir görev, benim hiç ilgi duymayacağım bir iş. Hiç zevk duymayacağınız dosyaları okumak, karar vermek; radyolara, televizyonlara ceza vermek... Benim için hiç hoş bir şey değildi. Keşke zamanım olsaydı da araştırsaydım, nedir mahiyeti diye. Kabul veya ret için zamanım olsaydı, reddederdim. Birdenbire kendimi orada buluverdim. O zamanı kayıp olarak görüyorum.
Bir de zamanın şartları müsait olsaydı diyorum. Çok zor şartlardan geliyoruz biz. Evinde kütüphane olan ailelerden gelmiyoruz ki. Annem okuryazardı, ciddi okuryazardı hatta. Evimizde de Ahmediye, Muhammediye, Kara Davud, Yunus Emre gibi kitaplar vardı. Ama o kitaplarla da olmuyor. O kitaplar sizi bir medeniyete bağlıyor ama dünyaya tamamen açmıyor. İşte böyle şartlardan çıkıp tırnaklarınızla bir yerlere varmaya çalışıyorsunuz. İmkânlarım ve şartlarım müsait olsaydı, birkaç yabancı dil öğrenmeyi isterdim. Birkaç ülkede birer ikişer sene yaşamak isterdim. Böyle yapmak isteyip de yapamadığım işler var.
TV’LERDE KÜLTÜR ADINA BİR ŞEY KALMADI
Siz hem eski dönemin medyasını yakından tanıyorsunuz hem de bugünkü medyanın doğrudan gözlemcisisiniz. Günümüzde medyayı kültürel anlamda nasıl görüyorsunuz? İvme aşağı doğru mu gösteriyor? Yine bunun yanında kültürel iktidar tartışmaları var. Cumhurbaşkanı öz eleştiri yaparak “Pek çok alanda iyi işler başardık ama kültürde zayıf kaldık” diyor. Nasıl yorumluyorsunuz bu tartışmaları.
Tabii bu zor bir mesele. Medya bir kere kültür açısından son derece kısır. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eskiden daha fazla yer verilirdi gazetelerde kültüre, sanata. Şimdi bakıyorum kültür sayfası olmayan gazeteler var. Olanlar bile “sade suya tirit” denecek şekilde çok küçük. Hemen feda edilebilir sayfalar. Bazı gazeteler kitap dergisi çıkarmak suretiyle bunu tamamlamaya çalışıyorlar, ama olmuyor. Her gün gazetede var olan bir kültür sanat sayfasının son derece önemli olduğunu, okuyucunun kültürel ilgilerini canlı tuttuğunu biliyorum, yıllarca bu işi yapmış birisi olarak. Televizyonlar daha da kötü. Onlarda eskisi kadar bile yer ayrılmıyor bu işlere. Bir kültürel sığlık, kültürel kısırlaşma içerisinde bulunuyoruz. Biraz da taleple alakalı bir şey sanırım.
Kültürel iktidar meselesi öteden beri konuştuğumuz bir mesele biliyorsunuz. Doğru, kültürel manada iktidar olmak kolay değil. Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana kültürel iktidarı elinde bulunduranlar, Batı’yla yakın temasta olanlardır. Bunların genellikle kendi geçmişimizle bütün bağlarımızı koparmak isteyenler olduğunu ve Türkiye’de bu amaçla kültür ve sanat kurumlarına onların hâkim olduğunu unutmamak lazım. Düşünün Şehir Tiyatroları’nı, Devlet Tiyatroları’nı, konservatuarları, orkestraları, gazel sanatlar eğitimi veren kurumları…
Muhafazakârlar, belli rezervleri, çekinceleri, endişeleri olduğu için bu alanlarda hemen hiç var olamıyorlar. Edebiyatta bile şiire sıkışan, plastik sanatlarda “geleneksel”e sığınan bir kültürel tercihin muktedir olması düşünülebilir mi? Tiyatro, sinema, musiki, resim, heykel, çağdaş sanat… Bu alanlarda başarı, uzun zaman ve istikrarlı çalışma gerektirir. Farklı olmak için, içinden geldiğimiz dünyanın kültürünü yeniden keşfetmek ve bunu zamanın ruhuna uygun bir dille yeniden üretmek zorundayız. Türkiye’de Batı kültürünü hâkim kılmak amacıyla yetiştirilmiş aydınlar arasında zamanla daha farklı düşünmeye başlayanlar yok değildi. Yahya Kemal, Peyami Safa, Necip Fazıl, Ali Fuat Başgil, Nurettin Topçu…
Geriye doğru bir bakın, Necip Fâzıl’ın en yakın dostları arasında ressamlar var. Abidin Dino en yakın arkadaşı. Peyami Safa, D Grubu’nun 1933’teki ilk sergisinin broşürüne manifesto niteliğinde bir yazı yazmış. Ahmet Haşim resim eleştirileri yazıyor, hakeza. Asaf Hâlet Çelebi bizzat resimle uğraşan ve en yakın arkadaşları ressamlar olan bir şair. Musikişinas aynı zamanda... Bugün bizim muhafazakâr kültürün temeli olarak gördüğümüz adamlar dünyaya açık adamlardı. Hatta Ahmet Hamdi Tanpınar... Gerçi Tanpınar iki arada bir derededir. Ne tarafa yöneleceğini bilmeyen, epeyce sancılı bir aydındır. Bunlar, ayaklarını bu ülkenin toprağına basan, bu toprağın kültürüyle de yakından ilgilenen seçkinlerdi. Zaman içerisinde hızla çekildiler. Yoksul Anadolu’nun her türlü imkândan mahrum çocukları var olmak için canlarını dişlerine taktılar, ama mesafeyi kapatmak kolay değildi. Onların çocukları ve torunlarının bu ülkenin kültürünü yeniden üreterek dünyaya açacaklarından eminim. Dünyaya açılmak önemli… Kendi içine kapanarak yaratıcı olmak mümkün değildir.
DÜNYAYA AÇILMANIN ANAHTARLARINI ELDE ETMELİYİZ
Sonraki nesiller biraz daha kabuğuna çekilmeyi tercih etti belki. Biz aynı hatalara düşmemek için neler yapmalıyız?
Yani onlar aradan çekildikten sonra kendi kabuğumuza çekildik. Bu kabuğu kırıp dünyaya açılmak ve dünyada neler olup bittiğinin farkına varmak gerekiyor. Tabii, bu kendi dünyamızdan kopmamız manasına gelmiyor. Mevlana’nın dediği gibi pergelin bir ayağı sabit olacak, ama diğeriyle tüm dünyayı dolaşacaksınız. Kültürel iktidar olamamanın sebebi bu. Muhafazakârlar yeterince donanımlı olmadıkları için üzerinde oturdukları zengin kültürel mirası da iyi değerlendiremiyorlar. Sahip çıktıkları miras hakkında, bu mirası reddedenlerden daha bilgili oldukları söylenemez. Kültürel mirasa sahip çıkmak önemli, ama anlamak daha önemli. Bu hususta bir zaaf hissediyorum. Çok ciddi travmalar ve kültürel kırılmalar yaşadık. İçinden geldiğimiz kültüre aslında biz de yabancıyız. Çoğu zaman ona baktığımızda oryantalistler gibi bakıyoruz. O kültürü değerlendirirken kullandığımız enstrümanlar da yabancı.
Biz benzer hataları tekrar etmemek için dünyayı açılmanın anahtarlarını elde etmeliyiz. Birkaç dil öğrenmeliyiz. Gençler dil öğrenmeli, seyahat etmeli. Mümkünse dışarıda bir şekilde eğitim görmenin yollarını aramalı. Ama yabancı dil öğrenmek derken sadece Batı dillerini kastetmiyorum. Doğu dilleri de dâhil... Bizim kültür dünyamıza nüfuz etmek için bunlar da gerekiyor. Arapça ve Farsçaya, Osmanlıcaya aşinalık peyda edecek derecede bir yakınlık kurmalı. Bunlar bizim medeniyetimizin dilleri, asırlarca alışveriş içinde olmuş diller... Kendi kültürünü yeniden keşfetmek ve bu keşif sonucunda elde ettiklerini aynı zamanda küresel araçlarla dünyaya sunmak gibi bir vazifeyle karşı karşıya gençler. Başka türlü meydan okuma, hem Türkiye’deki kültürel iktidar odaklarına hem de dünyadakilere yeni bir şey sunma mümkün değildir. Ağlamanın veya yakınmanın da bir anlamı yok bunları yapmadıktan sonra. Hadi kültürel iktidar olalım denilerek yapılacak işler değil bunlar. Zaman içerisinde kazanılacak, elde edilecek değerlerdir. Onun için sabırlı, kararlı, istikrarlı çalışma gerekiyor.
Modern hayatın en çok sevdiğiniz nimeti nedir?
Bilgisayar.
Mesleğinizin en sevdiğiniz ve en sevmediğiniz özelliği nedir?
Sevmediğim yönü yok ki. Benim yaşama tarzım bu. Hayatımı yazarak yaşıyorum.
Gün tamamen size kalacak olsa kaç saatinizi okumaya ayırırsınız?
Mümkün olan bütün saatleri okumaya ve yazmaya ayırırdım.
Her yerde okuyabilir ve yazabilir misiniz?
Her yerde okuyabilirim ama yazamam. Bilgisayar ile yazmaya alıştığım için başka türlü yazmam çok zor.
Şu an hangi kitapları okuyorsunuz?
Tevfik Fikret üzerine eserler okuyorum. İsmail Kara’nın “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam” kitabını bitirmek üzereyim. Geceleri yatmadan önce ara ara polisiye roman okurum.
Arayıp da bulamadığınız bir kitap oldu mu?
Peşine düşüp de edinemediğim bir kitap olmadı.
En son hangi kitabı birine tavsiye ettiniz?
Köşemde yazıyorum genelde tavsiyeleri. İsmail E. Erünsal Hoca’nın yeni çıkan “Ortaçağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane” kitabını tavsiye ettim. Ve bir de Everest’ten çıkan “Kitap Yakmanın Tarihi”ni.
En çok sevdiğiniz ve en az sevdiğiniz kelimeleri söyler misiniz?
Hayat kelimesini çok severim, yaşam kelimesinden nefret ederim. Şehir kelimesini çok severim, kent kelimesini hiç kullanmam.
Kendi söküğünüzü kendiniz mi dikersiniz?
Genellikle. Kendi problemlerimi kendim halletmeye çalışırım.