
Bazı insanlar yüksekte, çok yüksekte, ceza olarak kendileri ile baş başa kalırlar.
Kendiliğinden gelen beklenmeyendir. Bu yüzden kendiliğinden gelen değerlidir. Ismarlanan, adres verilen, beklenen, hadi artık gel denilen buluşmalar hep eksiktir, kusurludur. İnsanın kendi ile yüzleşmesi de beklenmeyen bir anda gerçekleşir. Profil fotoları, paylaşılan resimler, kapak fotoğrafları, aynalar hiçbir zaman insanın kendi yüzü ile buluşmasının bir basamağı olmayacaktır.
Sefertası isimli Hint filminde yaşlı bir adamın genç bir kadına olan aşkı anlatılırken ilginç bir sahne soru işareti olup düşer eteğimize. Adam banyoda ayna karşısında tıraş olmaktadır. Kadına genç ve yakışıklı görünmek için çaba sarf etmektedir. Tıraşı bitirir, saçını tarar banyodan çıkar. Sonra banyoya bir şey almak için geri döner. Geri döndüğünde duraklar ve genç kadın ile buluşmaktan vazgeçer. O banyoya tekrar girdiğinde hissettiği koku, dedesinin banyodan çıktığında bıraktığı koku ile aynıdır. Aynada kendi yüzünü, saçlarını, gözlerini görmesine rağmen onu kendi “yüzü” ile karşılaştıran bu kokudur. Yaşlandığını bu beklenmeyen bu ansızın geliveren buluşma sayesinde anlar.
Yüzün bir nesneye dönüştüğü günümüzde, sosyal medya üzerinden dayatılan “güzellik” algıları bizi bu tür buluşmalardan alıkoyar. İnsan kapsayıcı bir bakış ile bakmaktan uzaklaşır. Hayatını tek boyuta indirger. Oysa insan her boyutun içinde sabırla bekleyen, bugünü ve yarını kuşatan, başı ve sonu kapsayan, içi ve dışı yorumlayan bir bakışa sahip olursa ancak “görebilir” ve ancak görebilen insanlar kendileri ile yüzleşebilir.
İskoçya’daki Dulce Cor Manastırı bir kadının kaybettiği kocasına olan aşkının eseridir. Deliler gibi âşık olduğu eşini kaybeden kadın, biricik aşkından ayrılmaya dayanamaz ve ölen eşinin kalbini fildişinden yaptırdığı özel bir kutuya koyarak hayatı boyunca yanında taşır. İnsanların kendi yüzlerine olan aşkları da bu hikayeye benziyor. İnsan bulunduğu her ana, her mekana kendi ölü yüzünü götürmeye aşkla devam ediyor. Yüzünü kaldırdığında yerine koyacak bir değer, bir anlam, bir eylem bulamıyor çünkü.
Eskiden ceylanları kovalayan kaplanlar olurdu belgesellerde artık pek yok. Buzulların eriyişi, suların yükselişi, iklimin başına buyruk serencamı var. Bir kaplanın bir ceylanı yemesi gibi basit değil artık hiçbir şey. Güzel denildiğinde ceylanın gözleri gelmiyor artık kimsenin aklına… Kaplanın dişleri de gelmiyor. Ceylanı da kaplanı da yerle bir eden kahredici teoriler var artık. Günlük hayatta da bu böyle. Fıtri olanın hizaya sokan egemenliğini, boğucu bir üstünlük arzusuyla delik deşik eden fenomenler var artık. Dar bakış açılı insanların geniş sirayet alanları var. Oysa at izi it izine, ceylan yüzü kaplan yüzüne karışırken, hiçbir izin birbirine karışmadığı, insanların yüz yüz ayrıldığı bir sona yaklaşıyoruz. İnsanın kendisi ile yüzleşmesini engelleyen bir döngünün içinde bocalayarak yaklaşıyoruz... Belki ben de dâhil hepimiz bir uçurumun dibinde uçurumdan düşmekten bahsederek yaklaşıyoruz. Yüzleşme, bu döngüden ve bu düşüşten kurtuluş hikâyemizin başlangıç cümlesidir. Kendi olumsuz sonuyla karşılaşmak ve sonu değiştirmek arzusu ile yanıp tutuşmak, herkes “bu benim” demekle meşgulken “bu ben değilim” diyebilmek ve asıl anlama geri dönebilmektir yüzleşme…
Gittiğim bir söyleşide gençlere “güzellik” anlayışınızı gerçek mecrasına çekin, aynı buruna, aynı saça, aynı göz makyajına sahip olmayanları güzellik kavramının dışına iten bu sisteme ancak kendi değerlerinize yeniden dokunarak dur diyebilirsiniz demiştim. Genç bir doktor hanım “iş, burun, kaş yaptırma modasını aştı, artık genç hanımlar kaburga kemiklerini aldırıyorlar” demişti. En alttaki kaburga kemiklerini aldıran hanımlar daha ince bir bel görünümüne sahip oluyorlarmış. Salonda soğuk bir rüzgar esmişti. Yok artık demişti herkes. Ama vardı işte. Uğruna bıçak altına yatılacak, kesilip biçilecek, ölçüler ve sayılar ile sınırlandırılarak bir “üst sınıf” oluşturulacak bir kavram haline geldi güzellik.
Tam da bu şekilde Hz. Yusuf’un kıssasından uzaklaşanlar Narkissos’un hikayesine yaklaşmaya devam ediyorlar. Kimi kemik aldırarak, kimi burun kırdırarak, kimi elmacık kemiklerine dolgu yaptırarak. Yüzüyle uğraşmaktan yüzleşmeye zamanı kalmıyor gençlerin.
Narkissos’un hikayesini bilirsiniz. Genç ve yakışıklı bir kumandandır Narkissos. Ona aşık olan kız tuhaf hareketler yapıp, şaşkın şakın ortalıkta gezince onun bu durumuna gülüp dalga geçer. Genç kız kumandanı bir suyun kenarına getirir ve benim gördüğümü görsen sen de aşık olurdun der. Suyun yüzeyinde aksini gören Narkissos kendini o kadar beğenir o kadar beğenir ki suyun başından ayrılamaz, orduları kumanda edemez hale gelir. Kendine aşık olur ve ömrünün sonuna kadar o suyun kenarında kalır. Narsizm de buradan gelir derler. Yani kendini beğenme, kendinin yanından ayrılamama hastalığı.
Diğer yandan bizim güzel denilince aklımıza hemen Hz. Yusuf gelir. Yusuf’a güzel demek onun kuru bir güzel yüz olmadığını, onu güzelleştiren asıl unsurların manevi unsurlar olduğunu bilmek demektir. Onu güzelleştiren; kardeşlerinin cefasına katlanması, güzel bir kadının günaha davetine dur diyebilmesi ve zindandayken bile hakikatin yanında yer almasıydı. Bizim güzellik algımızı asıl mecrasına çeken özelliklerdir bu özellikler. Toplumun, akrabalarının, arkadaşlarının ezasına cefasına Yusuf gibi katlanabiliyorsan, karşı cins günaha davet ettiğinde Yusuf gibi dur diyebiliyorsan ve her daim hakikatten yana saf tutabiliyorsan “güzelsin.”
Bu güzellik anlayışı kusurlu ve eksik tarafları bilmeye, onarmaya, sabra ve şükre dayalı bir güzellik anlayışıdır… Yüzü geçip yüzleşmeyle şekil verilen bir anlayıştır. Ekrandaki yansımasına aşık olan fenomenlerin, Instagram güzellerinin, Facebook ahularının, ordusunu ve savaşmayı unutan Narkissos’a dönüşmelerini de bu yüzleşmeden kopuş sağlamaktadır.