Anadolu’da bilinen bir sözdür: Ustasız rızık haramdır. Her zanaat, her sanat bir usta ile kaimdir. Bir hünerin ekmeğini yemek için onun önce ustasını bulmak gerekir. Usta bulmadan usta olunmaz. Usta olmanın da bulmanın da yolu çıraklıktan geçer. Her usta, kendisi gibi bir ustanın çırağı olmadan geldiği yere gelememiştir. Yine her usta ustalığının devamının, bir çıraktan geçtiğini bilmiştir. Çırak çerağdan gelir. Çerağı yani ışığı yanan usta çırak bulmuş ve onunla sanatının devam edeceğini uman ustadır. Bir sanatı olan ve çerağının yanmasını dileyen usta bunu bilir de ustaların aradığı çıraklar bunu bilir mi? Dosyamız ustalarla ve ustalık üzerine yapıldı ama potansiyel çırakların, ustalığın farkına varması niyetiyle... Umarız amacına ulaşır da çıraklar da usta derdine düşer, çünkü ustaların çırak derdine düştüğü kadar, çıraklar da usta derdine düşmezlerse ne ustalık ne de çıraklık kalıcı olmaz. Sürüp giden bizatihi sanatın ya da zanaatın kendisi değil ustayı usta, çırağı çırak olarak devam ettiren ilişkidir.
Kendi Yolumu İnşa Etme Fırsatı Verdiler
Mehmet Genç
Hayatımda, ailem dışında, önemli yeri olanların başında unutamadığım ilk isim, lisede rahle-i tedrisinden geçtiğim hocam Hüseyin Nihal Atsız’dır. Matematikten başka bir alanla ilgilenmeyi asla düşünmediğim bir çağımda, beni Osmanlı-Türk tarihi ile yalnız tanıştırmakla kalmayıp, ömür boyu uğraşacağım bir hayat sahası haline getirmekte birinci derecede rolü olmuş olan rahmetli hocam Atsız, aynı zamanda zarafetin nasıl bir tutum olduğunu göstermeyi de başaran hocamdır. Rahmetle yad ediyorum.
Hayatımda ve zihnimde derin izler bırakan ikinci isim Necip Fazıl Kısakürek’tir. Ailemde bizzat yaşamak mazhariyetine erdiğim İslam’ın entellektüel seviyede cesur ve pervasız sözcüsü olarak Necip Fazıl’ın şiirde ve özellikle tiyatro alanında parlak eserleri ve Türkçe nesirdeki dahiyane üslubu ile aynı zamanda anadilimizi de yücelten müstesna vasıfları ile unutulmaz bir yeri vardır. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Hayatımda yeri olan, zaman dilimi olarak üçüncü ve son, fakat önem ile başta gelmesi gereken şahsiyet Ömer Lütfi Barkan’dır. Üniversiteyi bitirdikten iki yıl sonra tanıyıp çevresine asistan olarak dahil olduğum Barkan hakkında, ilk baskısı 2000’de yayınlanan kitabımda “Teşekkürnâme” kısmının ilk paragrafındaki ifademi aynen buraya almak isterim.
“Teşekkürüm en başta rahmetli hocam Prof. Ömer Lütfi Barkan’adır. Son derece zeki ve eşine nadir rastlanan kalitede bir bilim adamı olduğu kadar, iyilik ve yardım ediciliği ile de eşsiz bir insandı. Türkiye’de ilk defa, dilerim son olmaz, bir bilim adamının nasıl bir insan tipi olduğunu onun şahsında müşahade fırsatını buldum. Bana bu fırsatı verdiği için ona minnettarım; ayrıca hudutsuz hoşgörü ve anlayışı ile, kendi yolumu inşa etmeme herhangi bir müdahaleyi hiç aklına getirmeden, elinden gelen her türlü maddi ve manevi lütuflarını esirgemeyen o aziz ve muhterem hocama medyun-ı şükranım.”
Ustalarımı Göremedim
Beşir Ayvazoğlu
Ustam diyebileceğim, birebir ilişkide bulunduğum kimse yok. Ancak ciddi bir okur-yazar olan rahmetli annem, bize özellikle uzun kış gecelerinde okuduğu Ahmediye, Muhammediye ve Battalname gibi kitaplarla -evimizde çok sayıda taşbaskısı kitap vardı- hayalgücümün zenginleşmesini, daha da önemlisi Osmanlıcamın gelişmesini sağlamıştır.
Onunla eski harflerle mektuplaşırdık. Türkçe öğretmenim İlhan Alp’in de bazı kabiliyetlerimi keşfederek okumam için kendi kütüphanesinden bazı kitaplar getirmesi de benim için son derece teşvik edici olmuştu. Ustalarım diyebileceğim insanlar, ben okumaya başladığımda hayatta olmayan bazı şair ve yazarlardı. Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerini çok erken fark etmiş olmayı büyük bir şans olarak kabul ediyorum. Bu iki büyük adam sayesinde divan şiiriyle, eski musikiyle, Osmanlı medeniyetinin estetik veçhesiyle ilgilenmeye başladım ve onlar sayesinde kavgaya dövüşe hiç bulaşmadım.
1969 yılında 1000 Temel Eser dizisinde çıkan Kendi Gök Kubbemiz, Aziz İstanbul ve Beş Şehir önümü ve ufkumu açtı. Bir yandan Yahya Kemal gibi şiirler yazmak için çabalarken, diğer yandan yaşadığım şehrin tarihi hakkında Tanpınar’ın yazdıklarına benzer denemeler yazmaya çalışıyordum. Necip Fâzıl, Peyami Safa, Nurettin Topçu ve Cemil Meriç de delikanlılık çağımda beni besleyen, eserleriyle ufkumun genişlemesini, önümün açılmasını sağlayan isimlerdi. Bir şiirime kısacık biyografimle birlikte Türk Edebiyatı isimli eserinin üçüncü cildinde yer veren, daha sonra Türk Edebiyatı dergisinde şiir ve yazılarımı yayımlayan rahmetli Ahmet Kabaklı’nın da hayatımda önemli bir yeri vardır.
İdrak ve İrfan Sahibi Bir Usta
Ömer Karaoğlu
Çocukluk yıllarımdan itibaren düşünce ve duygu dünyamın oluşumunda güçlü etkiler uyandıran hayli renkli bir camia içinde olmak nasib oldu. Çoğu genç ve öğrenci olan bu toplulukta, merhum Ahmet Sarıoğlu, hocamızdı ve Bayrampaşa’da imam-hatipti. Karadenizli, medrese eğitimli, önce küçük yaşlarda memleketinde, sonraları Edirne II.Bayezid Camii ve nihayet İstanbul Tıp Fakültesi’ni terk etmiş ve İstanbul Hukuk Fakültesi okumuştu.
Doğaldı, sadeydi, esprili ama müslümanlığı sözkonusu olunca müthiş ödünsüz-ciddi, düne-bugüne-yarına dair Kitap ve Peygamber (as) sünneti ölçüleriyle bakabilme gayreti öğütleyen titiz bir idrak/irfan sahibiydi. İyi okunur, Türkiye ve dünya müslümanları için oldukça önemli ve kıymetli meseleler konuşulur ve tartışılırdı bu ortamlarda. Kırk beşinde (1985) vefat etti. Bir güzel adamın bende ve muhtemeldir tanıdığınız ve tanımadığınız çok sayıda dostun yetişmesinde derin izler bıraktığını söyleyebilirim.
Kutup Yıldızlarım: Necip Fazıl ve Cemil Meriç
Mustafa Özel
Okumada ilk aşkım Hz. Ali ve Battal Gazi cenkleriydi. Aşk diyorum, çünkü mektepte okuduklarımız görev icabıydı. Mecburiyetin olduğu yerde sevgi yeşermez. Tahrir vazifelerinde dinî bir konuyu işlediğimizi hiç hatırlamıyorum. Gerçi, itiraf ediyorum, cenk kitaplarındaki aşk öyküleri de ilgimi çok çekerdi. Onlar benim ilk romanlarımdır. Onca kavga kıyamet içinde, Battal ne yapar eder, tekfurun kızına âşık olur ve sonunda behemehal muradına ererdi. Malatya’dan Üsküdar’a kadar uzanıp, Kız Kulesi’nde Battal’la beraber, aşk(ımız) uğruna ayaklarımızdan başaşağı asıldığımız geceler saymakla bitmez! Orta ikiden itibaren evimize Necip Fazıl, Sezai Karakoç kitapları girmeye başladı. Ağabeyim (Prof. Ahmet Özel) Erzurum İmam Hatip’te okuyordu. Harçlığının belki yarısını kitaplara yatıran bu hesapbilmez olmasaydı, ben liseyi cenk kitaplarıyla bitirirdim herhalde. Aslına bakarsanız, Necip Fazıl okumaya başlamakla, cenk kitaplarının çok da uzağına düşmedim. Modern çağın “sahte kahramanlarına” meydan okuyan yaman bir cengâverdi öfkeli şair. Belki şiirlerini daha kolay anlıyorum diye, Sezai Bey’den ziyade Necip Fazıl’a tutkundum. Karaköse’nin dört bir yanını, okul arkadaşlarıma ezberden Çile, Kaldırımlar ve Sakarya Türküsü okuyarak dolaştığımız çok olmuştur. Aynı seanslara başka arkadaşlarla Boğaziçi tepelerinde de devam etmiştik. Öfkenin, haklı olduğu zaman bile haksızlık doğurabileceğini ispat eden ilk ustamdan, esasta iki şey öğrendim. İlkine sâdıkım, ikinciyi terk ettim! 1. Şeref duygusuyla hak duygusu birlikte var olur. İnsan onurunun kaynağı, sürdürdüğü hak mücadelesidir. Necip Fazıl bize “özyurdunun garibi” dindarların, onun asıl sahipleri olduğunu hatırlattı. Erbakan-Erdoğan ise bu ülkeyi dindarların daha iyi yönetebileceği iddiasını seslendirdi. Sonuçları tartışabiliriz, fakat iddianın ortaya atılmış olması bile bir ihtilâl-i kebîrdir. Necip Fazıl, bize başımızı dik tutmayı öğretti. 2. Namık Kemal’den Halit Ziya’ya, Yakup Kadri’den Halide Edib’e kadar (bunlara mümasil siyasî isimleri siz ilave edin!) sayısız insanı toptan “sahte kahraman” diye etiketlemesi, bizi hepsinden soğuttu. Ben ancak ‘kırk’ yaşından sonra ‘ötekileri’ okumaya başladım ve daha önce okumamış olduğuma çok hayıflandım. Necip Fazıl konuşmamış, nârâ atmıştı ve nârâsı kulaklarımızı ‘Bu Ülke’nin bütün seslerine sağır etmişti. 3. Benim neslim için Necip Fazıl hükümdü, Cemil Meriç gerekçe. Üstad’dan daha az öfkeli, fakat daha çok inandırıcıydı. Batı’yı sahiden tanıyor, Doğu’yu sahiden seviyordu. Arafta olduğu hususlar, görmeyen gözlerini dengeleyen ayrı bir görme gücü veriyordu ona. Cemil Meriç olmasaydı, ilkokul çocuklarıydık hâlâ.
Orhan Okay Kılavuzdu
Turan Karataş
Kendime dönüp baktığımda; edebî eserler üzerine eleştirel denemeler, incelemeler; kitaplara dair değiniler, tanıtımlar yazan biri olarak bir “usta” mertebesinde değilim, diye düşünüyorum. Bu yoldaki bir ustanın çırağı ya da ardılı, yetiştirmesi sayılmam. Söylemek doğruysa biraz el yordamıyla kendim buldum yolumu. Elbette edebiyat araştırmacılığında yol göstericim olmadı değil. Rahmetli hocam Orhan Okay, yüksek lisansta, doktorada akademik danışmanımdı, ama yaşadığı sürece bir kılavuzdu benim için, bir modeldi. Yol yordam öğretti kuşkusuz, fakat ben Hocanın daha ziyade insanlığına yani karakterine, hayatla ve insanlarla olan münasebetine, hocalığına hayrandım. Güzel ahlakına. Kirlenmeyen yaşama pratiğine.
Yazdıklarının her biri de ayrıca zevkli bir dersti bizim için. Fakat asıl diyeceğim, iyi talih eseri, kitaplarla karşılaştım ömrümün baharında. Ve hayat yolculuğum hep onlarla devam etti/ediyor. Bildiklerimin hemen çoğunu onlardan öğrendim. Her iyi kitap, cömertçe bilgi, düşünce, duygu ve yeni sözcükler armağan etti bana. Kitaplarla ülfet ettikçe, kelimelerim oldu; bana dünyayı ve insanları tanıtan, beni diğerine anlatan kelimelerim. Bunların en görkemlilerini şiirlerden duydum. Dolaşıp dönüp okuduğum şiirlerde. Okudukça kitaplardan ne alacağımı, neyin işime yarayacağını kavradım. Bu bağlamda ve yazma yöntemi bakımından, bütün yazdıklarını okuduğum Salâh Birsel’e benzetirim kendimi biraz.
4 İsimden Çok Etkilendim
Erol Erdoğan
İlkokul Öğretmenim Osman Erdoğan
Çocukluk döneminde aldığımız eğitim ile o döneme dair şahitliklerimiz, yaşadıklarımız, modellerimiz bizde kalıcı etkiler oluşturur. İlkokul öğretmenlerimden, aynı zamanda amcam, Osman Erdoğan, hayata bakışımı biçimlendiren önemli bir isim oldu. Üstelik ilkokulda ondan okulda ve evde aldığım eğitim ile lise sonuna kadar rahat ettim. Öğretmen Okulu mezunuydu. Öğrenci psikolojisini iyi biliyordu. Ayrıca marangozluk, arıcılık, ziraatçilik, sıhhiyecilik avcılık gibi bir öğretmenin kıymetini artıracak çok sayıda niteliğe sahipti. Kitap, dergi ve gazete okumanın önemini de, babamla birlikte, bana ilk kavratan isimlerdendir. Ömrünün son anına kadar çocuklar ve gençlerle etkileşimini sürdürdü. Sadece ilkokul öğretmenim değildi, ilk namaz ve Kur’an eğitimimi de ondan almıştım. Rabbim rahmet eylesin.
Ramazan Pakdil Hoca
Kur’an Kıraat ve Talim Eğitmeni Ramazan Pakdil Hocam, kitabımızı doğru okumamı sağlayan önemli isimlerden biridir. Bu alandaki diğer hocalarım ise Mahmut Sarıcaoğlu, İsmail Karaçam, Mehmet Çevik’tir. Henüz 12-13 yaşlarında hafızlık yaparken Ramazan Pakdil Hocamdan talim, tecvit, mahreç dersleri aldım. Ondan aldığım eğitimle sonraki dönemlerimde hiç zorlanmadan derslerimi geçtim. Yıllar sonra anladım ki, aslında Türkiye çapında değerli bir otoriteden ders almışız, onun talebesi olmuşuz.
İsmail Kıllıoğlu Hoca
İsmail Hocam Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin felsefe hocalarındandı. Dersime girmemesine rağmen, üniversiteli bir genç olduğum yıllarda, siyasi ve idari reflekslerimin şekillenmesinde önemli katkısı oldu. İlahiyatın ikinci öğrenci kulübü olarak kurduğumuz Nida Kültür ve Araştırma Kulübünde danışman hocalığımızı yaptı. Edebiyatçı, hukukçu ve felsefeci kimliğiyle demlenmiş birikiminden istifade etmemizi sağladı. Onun sayesinde, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören başta olmak üzere pek çok güzel ismin ruh dünyasını yakından tanımış olduk.
Numan Kurtulmuş Hoca
1999-2011 yılları arasında, Numan Kurtuluş Beyin yanında, aktif siyasette bulundum. Bazen başkanımız, bazen hocamız, bazen de ağabeyimizdi. Kendisiyle kurduğum üç farklı ilişkiden de kazanımlarım oldu. Merhum Necmettin Erbakan ve Merhum Bahri Zengin yanı sıra, siyasi bakış açımın şekillenmesinde hocam mesabesinde bir isimdir Numan Kurtulmuş başkanımız.
Çırağın Eseri Ustanın Sayılır
Bestami Yazgan
Malatya kökenli bir ailenin Osmaniyeli evladıyım. Böyle olunca ilk ustaları Malatya’da arayalım. Rahmetli babam, merhum Kadiri Şeyhi Örüşkülü (Örükçülü) Ali Efendi’den bahsederken şöyle söylerdi: “Ali Efendi olmasaydı eşkıya olurdum.” Sebebini anlatmazdı. Küçük yaşta hem yetim hem öksüz kalmış. Belki bahsettiği kişi, sokakta gezerken başını okşamış; belki de babam soğuk bir kış günü tekkeye gidip sıcak bir çorba içmiştir. Bu olayın ayrı bir yeri var gönlümde. Nasıl olmasın? Babamı eşkıya olmaktan kurtaran bir kişi. 1985 yılında artık kendimi şair gibi hissediyorum. Sanatçı, zamanın elinden tutmasını ister eserinin. Bu düşüncelerle Yunus Emre’yi buluyorum. 700 yıl geçmesine rağmen şiirleri hâlâ yaşıyor. Yunus’un eteğinden tutmaya karar veriyorum. Arada sırada hayıflanıyorum: “Millet, devlet, din düşmanları olmasa Yunus gibi yazacağım ama...” Bu duygularla bazen Yavuz’un kılıcı gibi çekiyorum kalemimi fakat gölüm hep Yunus’tan yana. Şiir yolunda yürürken Karacaoğlan, Köroğlu, Fuzuli, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Arif Nihat Asya, Dilaver Cebeci, Abdürrahim Karakoç duraklarında soluklanıyorum. Yaş kemale erince yeniden Yunus Dergâhına dönüyorum. Doğrusu kader oraya götürüyor. “Gül’ü İncitme Gönül” isimli şiirim her yerde Yunus Emre’nin ismiyle yayımlanıyor. Ben de “Çırağın eseri, ustanın sayılır.” deyip hiçbir yere düzeltme göndermiyorum. Hem gönül hem de ses ustalarıma rahmet ve selam olsun.
İnsan Üstadsız Olgunlaşamıyor
Metin Karabaşoğlu
Gördüklerim ve okuduklarım, maneviyat zemininde yol alabilen büyük isimlerin büyük üstadları olduğunu bana öğretiyor. Sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn derken, İslâm’ın ilk asrından başlayarak bugüne kadar gelen İslâmî miras, bunun nice örneğini bünyesinde barındırıyor. Yunus’un Tapduk Emre ile, Mevlânâ’nın önce babası, sonra Şems ile bu mânâdaki beraberliği ilk anda aklımıza gelen örneklerden.
Bizim geçtiğimiz yoldan bizden önce geçmiş birinin rehberliği bize bir kalb, akıl ve yol selameti sağlarken, üstadsızlığın, ustasızlığın, mürşidsizliğin faturası ne yazık ki ağır oluyor. Bunu da bildiğimden, ustasızlığı erdem bilen, üstadlılara tepeden bakan, mürşidsizliği ile âdeta övünen biri ile karşılaştığımda, yüreğim yanıyor. Yolun hangi kilometresinde gerçekleşeceğini kestiremesem de, bir manevî kaza haberinin bandı geçiyor gözlerimin önünden.
Ustasız olmuyor. İnsan üstadsız olgunlaşamıyor. Öğrenmesi gereken birçok şeyi geç öğreniyor, bazı şeyleri ise hiç öğrenemiyor. Hayatın hangi alanında olursa olsun, her yetenek sahibi için vâkıa bu. Öte yandan, ustaların da bir imtihanı var. Genç istidadların kanatlarını farkettikleri, uçmayı öğrendikleri bir yuva mı olacak; yoksa kanatlarını farketseler, uçmayı öğrenseler de üç adım öteye gidemedikleri bir kafes veya kümes mi?
Kendi namıma, hayatın daha geniş alanında yol göstericim olmuş isimlere gönül borcu duyduğum gibi, yazı hayatında ustam olmuş iki isme de büyük teşekkür borçluyum. İki ustam oldu, ki biri diğerinin de ustasıydı. İkisinden yazmaya dair çok şey öğrendim. Dili en uygun biçimde kullanmayı, üslup edinmeyi, sözde israf etmemeyi, çöpü özünden iyice ayrılmış bir çay kıvamında fikri demlendirip damıtmayı; sabrı, iyice araştırmayı, emeğine acımamayı, ince işçiliği, hâfızasına güvenmeyip aklından kalan bilgiyi muhakkak satırdan teyid etmeyi.
Allah onlardan razı olsun.
Rahmetlik Mustafa’lar
İbrahim Demirci
Konya’nın Çimenlik Mahallesi mescidinde 1960’lı yılların yaz tatillerinde çocuklara elifba, Kur’an-ı Kerim, namaz sureleri ve ilmihal bilgilerini öğreten Armısınlı Mısdaa’fendi (Armusunlu Mustafa Efendi) resmî bir din görevlisi miydi, bu işi fahrî mi yapmaktaydı, bilmiyorum. Onun uzun, beyaz, seyrek sakallarını hatırlıyorum. Bir de rukû ve secdede söylediğimiz cümleleri yedişer kez söylemenin daha sevap olduğu hakkında fikrini soran birine verdiği cevabı: “Süb süb süb deyip geçme, adam akıllı üçer defa ‘sübhâne rabbiye’l-azîm’, ‘sübhâne rabbiye’l-a’lâ’ de, yeter!” Rahmetlik hocanın hayatını, ailesini, davranışlarını, sözlerini anlatan bir kitap olsaydı ne güzel olurdu!
Ağabeyim Mustafa Demirci’nin gördüğü resmî eğitim üç yılla sınırlıydı. Buna askerliği de eklersek beş yıl eder. Fakat pek çok üniversite mezunundan daha bilgiliydi. Başta Risale-i Nur külliyatı olmak üzere eski yeni pek çok eseri merakla, ilgiyle, öğrenme heyecanıyla okumuştur. Eleanor H. Porter’in ünlü romanını çocukken elimde görmüş, ne anlattığını sormuştu bana, söylemiştim. “Güzel, öyleyse oku!” demişti. Kendisini rahmetle anıyorum.
Ağabeyim Mustafa Sarıçiçek ile yakınlığımız sıhrî değildi, manevi idi. Nezaket, zarafet, dikkat, hassasiyet, samimiyet, fedakârlık, rikkat, dürüstlük, celâdet, açıksözlülük, hakşinaslık, hadşinaslık… Pek çok fazilete dair pek çok örneğin onda somutlaştığını gördüm. Soğan soyarken israftan sakınmak da, yere abdestsiz basmaktan sakınmak da dinin, İslam’ın, şeriatin gereğiydi ve o dinin ufalanmasına hiçbir zaman rıza göstermedi. Rahmet olsun!
Hafız Mustafa Sarı da nevi şahsına münhasır bir insandı. Ciddiyet, saygı, titizlik, sorgulayıcılık, anlama çabası. Ona ağabey diyebilirdim ama dediğimi hatırlamıyorum. Neden? Sanki o herkesle eşit bir düzlemde dururdu. Kendisinden küçüklere, çocuklara bile yetişkin biriymiş gibi değer verir, öyle davranırdı. Tanrı onu yarlığasın! (Allah’tan başka tanrı olmadığına inanırdı.)
Mustafa Baydemir’e de “ağabey” demedim, pek çok arkadaşım gibi ben de onu “üstad” diye andım. Çünkü o üstad Necip Fazıl’ın şiirlerinin çoğunu ezberlemişti ve sırası geldikçe okuyordu. Balıkesir’de vaaz kürsüsünde “Nur bize Allah’ım nur!” nakaratının bulunduğu şiiri okurken cemaatin “Âmin!” dediğini hatırlıyorum. Kabrinin cennet bahçelerine açılmasını niyaz ediyorum.
Üç İsmail
İsmail Güleç
Allah’a şükürler olsun ki hayatım boyunca çok güzel insanlarla karşılaştım. Her birinden bir şeyler öğrendim. Hayatımı şekillendirmesi bakımından aralarında iki isim benim için çok önemli. Bu iki ismin ve benim iki ortak noktamız var. Enderunîlik ve isimlerimiz. Sahib-i enderun Sahhaf İsmail Özdoğan, Prof. Dr. İsmail Erünsal ve fakiriniz. Enderunîler bizi Büyük İsmail, İsmail Hoca ve küçük İsmail olarak çağırırlardı.
Yanında beş yıl çırak olarak çalıştığım İsmail Özdoğan’dan birçok şeyin yanında hayatı, insanlığı, çalışkanlığı, kitabın ne kadar değerli olduğunu ve hocalara hürmeti öğrendim. Prof. Dr. İsmail Erünsal’den ise akademisyen ahlakını. Ciddiyet ve tevazu iki önemli özellikleri idi. Gösterişi sevmezlerdi, kendilerini övenlere acırlardı. Hz. Peygamber muhabbeti ise bir diğer ortak noktaları.
Ben ulemaya hürmet ve hizmetin nasıl olduğunu İsmail amcada gördüm. Onun İsmail Erünsal’a gösterdiği hürmetin bir benzerini görmedim. İsmail Erünsal’ın isteyip de vermediği, söyleyip de karşı çıktığı hiçbir şeyi hatırlamıyorum. İsmail amca ulemaya hizmet etmekten asla yüksünmez, onlarla sohbet etmekten büyük zevk alırdı. Araştırma görevlisi olduktan sonra yanına gittiğimde benim kendisine çay vermeme itiraz etmiş, sen artık ulema sınıfına dahil oldun, çay vermen doğru değil, diye almak istememişti. Sizin ulemaya gösterdiğiniz saygıyı ben ustama göstermeyeyim mi, deyince de izin vermişti. Yanımızda özellikle öğrenciler varken benden hiçbir şey istemezdi. Şimdi böyle ince düşünenler kaldı mı bilmiyorum. İsmail Erünsal hocamın akademik yönünü takdir etmekten aciz olduğumu biliyorum. Haddim de değil ayrıca. Onun çalışmalarının önemi kendisinden sonra çalışacaklara alan açması, hiç çalışılmamış konularda abidevi eserler ortaya koymasıdır. Üzüntüm hocama layık bir öğrenci olamamak. Onun gibi çalışmalar yapamayacağımı biliyorum. Ama en azından benden sonraya kalacak bir çalışmam olabilirdi. İsmail amcama Allah’tan rahmet, değerli hocama sıhhatli, bereketli ve uzun bir ömür diliyorum.
Çırak Örsün Üstündeki Demir Gibi Olmalıdır
M. Semih Taneri
Usta, bir sanatı, zanaatı en güzel şekilde yapan kişidir. Çırak da o ustanın yolunda, yaptığı işi ustası gibi yapacak kıvama gelmek için yola koyulmuş yolcudur. Ustalık yolunda çırak, örsün üstündeki yumuşak demir gibidir, öyle olmalıdır. Yolu uzundur, çetindir. Bu yolda sabır ve sebat gerekir.
Ben bu sene meslekte otuzuncu yılımı yaşıyorum. Benim maalesef tam bir ustam olmadı. Yaşadığım şartlar, bulunduğum ortamlardan dolayı bunu tam yaşayamadım. Her gördüğüm güzel iş benim rehberim oldu. Güzel çalışmalar, kaliteli işler, insanda bir göz zevki, bir beğeni düzeyi oluşturur. Vasat bir işi gördüğünde o seni tatmin etmez olur artık. Bediüzzaman’ın güzel bir sözü vardır: “Güzel bakan, güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Evet ustam olmadı ama hep iyi ustaların işlerini takip ettim. Sürekli işlerini takip ettiğim insanlar vardı. Onlar benim bu yolda kılavuzum oldular. O zamanlar günümüzdeki gibi imkanlar çok geniş değildi. İnternetin ismi bile yoktu. Bilgiye ulaşmak çaba gerektiriyordu. Belki de o yüzden daha lezzetliydi. Yabancı yayınları elimize geçtikçe takip etmeye çalışırdık. Yerli kaynak da yoktu çünkü. Millet dergileri okumak için alır, ben tasarımlarını incelemek, reklamlarına bakmak için alırdım. Gördüğüm beğendiğim çalışmaları, oturur taklit eder, aynılarını yapmaya çalışırdım. Beğenmediklerimi ben olsam nasıl yapardım diye daha güzelini yapmayı denerdim. İşin ehlini bulduk mu yapışır bırakmazdık. Sohbeti uzatmak için türlü bahaneler bulurduk. Hele bir de işlerini görür, üzerinde konuşma fırsatı bulduk mu bizim için bulunmaz nimetti.
Tabi benim ustam olmadı derken bunu bir marifet olarak söylemiyorum. Bu bir eksiklikti. Ama dediğim gibi o günkü şartlar onu gerektirdi. Zira bizim işin ideolojik bir yönü de vardı. Sektör karşı mahallenin elinde ve sınırlar çok daha keskindi. Bizim camianın 30 yıl önceki halini de tahmin edersiniz. Tüm mesleklerde olduğu gibi tasarım ve reklam da yine usta çırak ilişkisiyle daha kıvama erecek işlerdendir. Biz ustasızlıktan biraz kafamızı gözümüzü sağa sola çarpa çarpa yetiştik. Usta çırak ilişkisi bu süreci daha kısaltan bir unsurdur. Ustaları iyi takip etmeli, sözü iyi dinlenmeli. Bir şeyi yapma diyorsa orda ısrarçı olmamalı. Bir ustanın yolundan mutlaka gidilmeli. Taklit etmekten asla gocunmamalı, bir eksiklik gibi görülmemeli. Kişi kendini bulduktan, bir kıvama geldikten sonra, evet oradan kendine bir yol bulup, taklidi bırakıp kendi tarzı belirleyebilir. Çünkü artık o noktaya gelmiştir. Gençler paranın hesabını yapmamalılar. Çünkü bir meslek öğrenecekler. Biz karın tokluğuna, yolumuzu ve yemeğimizi halletsek yeter gözüyle bakardık. İlerde ne kadar para kazanacağımızı da hesap etmedik. Zaten işini en güzel surette yaptıktan sonra başarının gelmesi kaçınılmazdır. Hedefe odaklanmalı, işinin en iyisi olmayı hedefe koymalısınız.
Son bir şey daha; asla “oldum” demeyin. “Oldum” diyen “öldüğünü” ilan etmiştir. O iş orada biter!
Onlar Benim Mürşitlerimdi
Hüseyin Goncagül
Osman Öztürk: İstanbul İmam Hatip Okulu. Sene 1968-73. Hitabet Dersi hocam, Mehmet Akif hayranı. Mahir İz’in talebesi. Osmanlı harsı (kültürü) birikimine sahip. Sınıfımıza girdiği her derste mutlaka bir beyit yazdırır ve farkında olmadan biz ezberlerdik onları. “Menba-ı feyz-u bereket efendim” tabirini şimdi merhum Osman Hocamın kendisi için kullanacağım. Çünkü bizzat kendisi de feyz aldığı büyükleri Mahir İz Hoca için aynı tabiri sık sık kullanırdı, nitekim. Hep ümitvar olmayı bize aşılamış ve o fikri ve hissiyatı besleyici telkinatta bulunmuştur: Ayrıca şu anki Cumhurbaşkanımız dahil seçtiği arkadaşlarımızla haftada bir gün derslerden sonra bizleri bir sınıfta toplar irşad dersleri verirdi. Tavsiye ve nasihatlerinin üzerimizde tesirli olma sebebi ise yaşamadıklarını söylemezdi. Ayrıca kendi tabiri ile ‘nazar ber-kadem’ olması da onun vakur şahsiyetinin talebelerinde derin kişilikler inşâ etmesiydi.
Osman Nuri Efendi Dayım: Annemin en büyük abisi, Kastamonu Cide doğumlu. Fatih Çarşamba, İsmet Efendi Tekkesi hâdimi. Ali Haydar Ahıskalı Hazretlerinin damadı. Ergen çağımda Fatih’teki İstanbul İmam Hatip’te yatılı yıllarımda sık sık Fatih Çarşamba’da İsmet Efendi dergahı bahçesindeki tarihi ahşap konakta mukim Nuri Efendi dayım kişiliğimin oluştuğu çağlarda etkisinde kaldığım bir büyüğüm idi. Onun hayatı yavaşlatan sükûneti karşısındakini farkında olmadan o moda çeker ve o hale girdiğiniz demde adetâ dünya gâilenizi unutur, huzur ve sükûnun hâletine gark olursunuz. Merhum Nuri Efendi dayım Tekkeden bir süreliğine ayrılıp sıla-i rahim veya sağlık için gittiğinde camiyi bana emanet ederdi. Ben de hoparlörsüz minareye merdivenlerini çıkar şerefeden ezanları okur, üç beş kişilik dâimi cemaate vakit namazlarını kıldırır ve hayatımın en keyifli vazifesi olan Cuma hutbelerini okur ve Cuma namazlarını kıldırırdım.
Not: Her iki büyüğüm de hayat boyu ellerimi bırakmamış. Merhum dayım üniversiteyi kazandığım 1974 yılında Fatih Camii çevresindeki Vakıflar Yurduna; Osman Öztürk hocam da 1976 yılında üniversiteyi bitirdiğim yılda öğretmenlik başvurumu ilkin ona yaptığımda beni o yılların ilk özel Müslüman ilkokuluna Özel Erenköy İlkokuluna refere etmişti.
Ehl-i İhsan Zatlardan İstifade Ettim
Mahmut Erol Kılıç
İnsan, entelektüel oluşumunda birçok kaynaktan beslenir. Bu beslendiği kaynaklar kısıtlı bir zaman diliminden ziyade değişik zaman dilimlerinden oluşur. Bu ise çocukluk, gençlik ve ileri dönem şeklinde olur. Bendeniz ise birçok büyükten, pekçok hocadan istifade ettim. Bunların sayısı hayli fazla.
Maalesef ülkemizde gelenek çöktüğü için belki de tam bir ilmi silsile, şu silsileye tabi bir ilim geleneğinden geliyorum diyemem. Geçmiş büyük alimlerden Ebu Ahmed-i Gazali, Muhyiddin-i İbn Arabi ve Mevlana Celaleddin-i Rumi; bu üç büyükten ziyadesiyle istifade ettiğimi, kendi fikri ve manevi oluşumumda bu ustalardan çok büyük feyz aldığımı söylemeliyim. Zahiri ilimler alanında muhtelif hocalardan dersler aldım. Bu manada hepsinden Allah razı olsun. İşin bir de manevi, batıni ilimler kısmında ise küçük yaşlardan beri ehli ihsan zatlardan istifade ettim, sohbetlerine devam ettim. Mesela Tarık-i Uşakki şeyhlerinden Balıkesirli Sıddık Naci Eren Efendi’den, Tarık-i Bayrami meşaikinden Baha Doğramacı Efendi’den, Şabani Melamilerinde Kemal Vehbi Güloğlu Efendi’den istifade ettiğimi söyleyebilirim. Hepsinden Allah razı olsun.
Nasihat Değil Kıssalarla Anlatırlardı
Ayla Ağabegüm
Hayatımızda uzun süreli ustalar vardır, onları yıllarca unutamayız. Anlık tesir edenler vardır düşündüğümüzde onlar da hayatımıza yön verirler. Olgunluğa ulaşmamız ölünceye kadar devam eder. Ailemiz, öğretmenlerimiz, sevdiğimiz yazarlar, sanatkarlar, sıradan dediğimiz insanlar hayatımızın hiç solmayan çiçekleridir. Lise birinci sınıfta vefat eden babam kişiliğimin oluşmasında önemlidir. Yetişkin olduğumda bu önemi fark etmeye başladım. Doğruları, yanlışları, günahları, sevapları nasihat vererek değil; kıssalarla, yaşanmış örnek hatıralarla anlatırdı. Çocuk ruhumda o hatıralar canlanır hayata geçerdi. Yıllar sonra okuduklarımı, dinlediklerimi, gördüklerimi sorgulamadan hayatıma geçirmedim.
Ortaokul ve lise yıllarımda, sevdiğim öğretmenlerin güzel özelliklerini düşünür, “öğretmen olursam onlar gibi olmalıyım” derdim. Kısmet oldu, öğretmen oldum, hayatıma tesir eden hocalarımı farkına varmadan taklit etmeğe başlamıştım. Edebiyat Hocam Vecihi Bey, edebiyatı çok sevmeme vesile olmuştur. Meraklı öğrenciler için zamanını harcar, haftanın belli günlerinde, sabah bir saat isteyenlere ücretsiz kurs yapardı. Divan şiirinin en zor vezinlerini hocamız söylerken yazmadan bulurduk. Tartışmaya, konuşmaya önem verirdi. Harçlıklarımızı biriktirir her ay İstanbul’dan aynı kitabı getirttirir ve o kitabı derslerde tartışırdık. Öğretmen olunca zaman zaman ben de aynı uygulamaları yapmaya başlamıştım. Öğrencilerime ve gençlere kitap hediye etme alışkanlığını da kazanmıştım.
Çocukluk yıllarımda Sıdıka Avar efsanesini dinlemiştim. Belki bir başka zaman da onu anlatırım. “Kır Çiçeklerim” kitabının hayatıma etkisini unutamam. Edebiyat Vakfı ve Dergisinde rehberimiz olan Ahmet Kabaklı Hocayı da anlatmak isterdim.