Bir gün yine maden ocağında ürkek bir karınca gibi gezinirken staj sorumlumuz şöyle demişti: Keşke kabrimiz de bu kadar ferah olsa. Ruhumu daraltan, gözümün ferini söndüren bu ortamın kabirden ferah olması düşüncesi ile ocaklara bakış açım hepten değişmişti. Ocağa her girişimde `bundan kötüsünden koru Rabbim` dedim. O günden sonra maden ocaklarında kabir stajı görüldüğünü de anladım.
lkokulda annem beni çalışkanların olduğu bir sınıfa aldırmak için müdüre başvurmuştu. Ona göre tembellerin arasında heba olup gidecektim. Ne müdür ne de annem ilkokul öğretmenimi ikna edebildi. Beni diğer sınıfa yollamadı öğretmenim. Tembeller arasında okudum. Bir şey olmadı.
Ortaokulda imamhatip lisesine gidecektim ama oturduğumuz ilçede imamhatip yoktu. Normal ortaokulun da nâmı iyi değildi. Ne yapsaydık? Ortaokula yazıldım. Akıbeti iyi olmayan çocukların içinde okudum. Bir şey olmadı.
Lisede ille de fen bölümüne gitmem gerektiğini savundu sınıf öğretmenim. Ailem matematik okumamı istedi. Oysa ben edebiyatı kazandıracak bir bölüm istedim. Sözel revaçta değildi. Sayısal okudum. Bir şey olmadı.
Üniversitede memleket dışında okumam maddi ve manevi sorunlarımız yüzünden imkansız görünüyordu. Bu yüzden sadece memleketimi tercih ettim. Sorunlar da devam etti kaygılar da. Yine de okudum. Bir şey olmadı.
Onca mühendislik dersi içinde sayılara kafa patlatırken diğer yandan sürekli dergiler karıştırıp şiirler karaladım. Türk Dili mecburi dersti ve ben onca dersin içinde sadece o dersi sevdim. Keşke her mecburi ders bu kadar zevk verseydi. Vermedi. Sayılar beynimi büklüm büklüm etti. Ama yine de bir şey olmadı.
Derken bir gün staja gideceksiniz dediler. Açık işletme stajı tamamdı. Lakin kapalı işletme stajında bahtıma bir kömür madeni düşmüştü. Gittim. Kitaplarda olan ne varsa yer ile yeksan oldu. Ocaktan içeri girdim. Tüm arkadaşlarım hevesle mühendisçilik oynamaya başladı. Ben durdum. Yıllarca bir şey olmayan bana… Bir şey oldu.
Evet, o an bana bir şey oldu. Yıllardır bana dayatılan, fıtratıma ruhuma aykırı hangi eğitim varsa almıştım. Ne derlerse onu yapmış, hangi dersi verdilerse onu okumuş, ne olmamı istiyorlarsa Onu olmuştum. Bana bir şey olmuyor nasılsa diyerek “bir şey” olmak için çabalamıştım. Kömür ocağının kapısından içeri girdiğim an dedim ki “bana bir şey oldu”. 20 iş günü boyunca “ben bu mesleği yapmayacağım” dedim. Ve yapmadım.
O gün orada işçilerin bembeyaz girdikleri işyerlerinden simsiyah çıktıklarını gördüm. Birileri yerlerini-mevkilerini-statülerini ağartırken, toprağın altında durmadan kararan alınterinin ev kirası, dersane taksiti, elektirik faturası olarak nasıl hayata karıştığını gördüm. Küçük lokomotiflerle galerinin içinde ilerlerken sağda solda çalışan işçilerin hayattan nasıl adım adım koptuklarına şahit oldum. Siyah elleri ile makarna kaşıklayan adamlar vardı orada. İş makinalarının gürültüsünden sağır olmuş kulakları ile birbirlerine bağırarak laf anlatmaya çalışan adamlar vardı. Başbakan “ölmek madencilerin kaderinde var” deyince herkes nasıl da coştu savurdu bir anda. Gaf dediler. Keşke öyle olsaydı. O gaf sandığınız cümle madencinin zaten kanıksamış olduğu bir cümledir. Madencilerin sadece göçük altında kalarak öldüğünü sananlar elbette bunu basit bir gaf olarak algılayacaktır. Oysa dünyanın her yerinde madenciler türlü akciğer hastalıklarına yakalanarak hayata veda ederler. Çoğu emekliliğini görmeden ölür. Kömür tozu, iş makinalarının ses ve gürültüsü, grizu, hareket alanının darlığından meydana gelen iş makinası kazaları hep bu sektörde olagelmiştir. İstediğiniz kadar maske kullanın oksijen tüpü ile girmedikten sonra hiçbir maske tozlardan koruyamaz sizi. Tozu minumuma indirebilir mühendisler, ancak yok edemezler. Her bir toz zerresi ileride sizi yatağa yapıştıracak bir hastalığın materyalidir.
Madenden her çıkışımda beyaz lavabonun simsiyah olduğunu gördüm. Burnumuzu ve ağzımızı elli kere yıkasak da suları durultamadık. Pes edip solunum yollarımızda bir miktar kömür tozu ile yaşadık 20 iş günü. Madenciler ise ömür boyu o tozu ciğerlerinde taşıdılar.
Bir gün bir madenci abinin ailesi bizi yemeğe çağırdı. Yediğim her lokmadaki “emek” bir taş olup boğazıma oturuyordu. Ben o lokmaların nasıl kazanıldığına bizzat şahit olmuştum. Siyah bir elekten düşen helal lokmanın nasıl kıymetli olduğunu iliklerime kadar hissetmiştim.
Bir gün yine maden ocağında ürkek bir karınca gibi gezinirken staj sorumlumuz şöyle demişti: Keşke kabrimiz de bu kadar ferah olsa. Ruhumu daraltan, gözümün ferini söndüren bu ortamın kabirden ferah olması düşüncesi ile ocaklara bakış açım hepten değişmişti. Ocağa her girişimde `bundan kötüsünden koru Rabbim` dedim. O günden sonra maden ocaklarında kabir stajı görüldüğünü de anladım. Duvarda açılmış bir cep içinde iki madencinin bize “burda ne işiniz var, siz kızsınız” der gibi baktığını hep hatırladım. Bu ortam değil narin yapılı hanımlara en babayiğit beylere bile diz çöktüren bir ortamdı. Siyah yüzlerinin ortasında parlayan bir çift göz ile hal dilinin en iyi konuşulduğu yerdir kömür madenleri.
Bir işletmeci hata yaparsa bir miktar para kaybeder, bir doktor hata yaparsa bir cana mal olur, ama işte bir maden mühendisi hata yaparsa 30 işçi birden hayata gözlerini kapar. Bazen de ölen kendisi olur. Sosyalizmin ortaya koyduğu” emek” ve “emekçi” tanımına mesafeli duran bizler, kapitalist düzenin “emek” karşısında reklam ve propaganda işbirliği ile işçiyi susturmasını, işçiyi sadece “emek”ten ibaret görerek ondan azami derecede kar elde etmeyi beklemesini de eleştirmeliydik. İnsanı sadece nesne olarak gören, dünyaya, topluma ve devlete sadece fiziksel olarak katkı sağlayan bir varlık derecesine indiren bu düzende onlara ilk desteği belki de biz vermeliydik. Onları devletten önce bizler bir fert, bir ruhsal varlık olarak görmeliyiz. Tek tek dokunmalıyız her birinin yüreğine. Yoksa aman maden işçileri ölmesin demek tek başına bir işe yaramıyor. Sadece Çin`de her gün 10-15 maden işçisi ölüyor. Her türlü tedbire rağmen.
Şu kömür dediğiniz madde bir miktar karbon elementinin bir bağ kurarak oluşturduğu bir madendir. Aynı karbonlar bazen de daha farklı bir bağ kurarak elması oluştururlar. İkisi de karbondan oluşmasına rağmen birine paha biçilemez, diğeri izbelere hapsedilir. İşte kömürü o stajdan sonra hep bu şekilde andım. Karbonun kurduğu bağlardan kendime pay çıkardım. Bildim ki insan çevresi ile kurduğu bağlar sayesinde melekut aleminin en şerefli bir varlığı da olabilir, bir izbede alnındaki kara ile de yaşayabilir. Çevresinde yaşanan her olaya bir halat atarak kendini ondan sorumlu ve mesul bildikçe elmaslaşır. Duyarsızlık ise insanı kömüre çevirir.
Peki ya siz madencilerin ömürlerinin her safhasında ölümle burun buruna yaşadıklarını düşündünüz mü hiç? Bir göçük olmadan, bir maden işçisi ne yer ne içer, günde kaç saat çalışır, hangi tozlara maruz kalır, hangi hastalıkların pençesinde emekli olmadan vefat eder düşündünüz mü? Hafta sonu dinlenen bir madencinin bile ağır ağır öldüğünü?
Kömürken bir anda elmas olmaya niyetlenmek iyi bir duygu olabilir ama imkansızdır. İş, bağlarımızı baştan sağlam tutmaktan geçiyor. Maden işçileri ile kalbi bağlarınızı hep sağlam tutmanız dileğiyle -bir göçük olmadan!-