Öykücü ve eleştirmen Abdullah Harmancı ile (Mehmet Kahraman ile birlikte) yayına hazırladıkları Yirmi Sekiz kitabını konuştuk.
Bu kitabı hazırlama fikri nasıl doğdu?
Aslında 15 Temmuz 2016 günü oldu ne olduysa. O gün yaşadıklarımızın hemen ardından pek çoğumuz bunun edebiyatının yapılması gerektiği konusunda hemfikirdik. Bu konuda çeşitli sosyal medya paylaşımlarının olayın hemen ardından yapıldığını biliyorum. Tabii bu sadece 15 Temmuz meselesi değildi. 28 Şubat veya benzeri darbeler de derhal gündeme geldi. Bazı toplantılara çağrıldık ve o zaman geçmiş dönemlerde 28 Şubat hakkında verilmiş çeşitli eserler olduğunu ama bunların pek de fazla değerlendirilmediğini gördük.
Öyküler bu kitap için mi yazıldı, yoksa o dönemden bugüne yazılmış öyküler mi toplandı?
Öyküler arasında kitap için yazılmış olanlar da var. Hatta bu çalışmadan sonra keşke haberimiz olsaydı da biz de katılsaydık, diyenler oldu. Ama bu öykülerin tamamına yakını zaten yazılmış ve kitap ya da dergilerde yerlerini almışlardı. Biz sadece bunları iki kapak arasında topladık. Burada hemen belirteyim, sizin sorunuzda geçen tarzda antolojiler son zamanlarda sıklıkla yayımlanmaya başladı. Yani artık edebiyat dünyasında belli bir tema etrafında yaz/dır/ılmış öykülerin kitaplaşması gibi uygulamalar söz konusu. Böyle bir antoloji de hazırlanabilirdi elbette. Ama ben ısmarlama öykülerin iyi sonuçlar vermediğini düşünüyorum.
Genelde başörtüsü sorunu üzerine giden öyküler daha fazla kitapta. Oysa o dönem farklı mağduriyetler de yaşandı. Bu ağırlığı neye yoruyorsunuz?
nu ile bütünleşmiş gibi görünüyor. Ama elbette “28 Şubat edebiyatı” başörtüsü yasağından, bu yasağın işlenmesinden ibaret değil. Başka konular da işlenmiş. Bunlar arasında işinden olma, kariyerini kaybetme, katsayı problemi gibi meseleler de var. Başörtüsünün en önde yer alması bence gayet normal. Başörtüsü; modern kadın veya geleneksel kadın tanımlarına uymayıp hem dini referans alan hem de eğitimli kadınların, Türkiye’ye belli bir biçim vermek isteyen seküler çevrelerin kâbusu olmalarına yol açtı. Yani 1970’lerden itibaren yeni bir kadın tipi ortaya çıktı ve bu kadınlar hem başörtülü hem de eğitimli kadınlardı. Hem kamuda yer almak istiyorlardı hem de dini referans alıyorlardı. Böyle bir kadın tipi rejim için deyim yerindeyse “baş belası”ydı. Seküler çevrelerin Türkiye’yi sokmaya çalıştıkları bir biçim vardı ve tesettür, bu projenin tam aksine sonuçlar verecek bir görüntü idi. Açıkça dini bir semboldü. Hâlbuki bütün bir Cumhuriyet sonrası rejimi, bu toprakları dinden soyutlama politikası üzerine kuruldu.
Farklı öykücülerin farklı bakış açıları ile o günlere gitmek okuyucuya muhakkak zenginlik katacaktır. Bu açıdan öykünün önemine dair gençlere neler söylemek istersiniz?
Benim üniversitedeki öğrencilerim 28 Şubat günlerinde veya daha sonrasında doğdular. Olayın sıcaklığından haberdar değiller. Türkiye’yi hep böyle özgür ve rahat bir ülke sanma ihtimalleri var. Tarih, edebiyat, medya bir şekilde geçmişte olanları bize hatırlatır. Aktarır. Ama edebiyatın aktarması farklıdır. İnsanın ruhunu, acısını, yarasını aktarır bize. Sancılarını. Acılarını. İkna odasındaki aşağılanmaları. Kaybedilen gençleri. Gençlikleri. Edebiyat, duygularımıza hitap eder ve duygularımızı aktarır. Öykü ise sanırım İslamcı kesimin edebi türler arasında hele hele bugünlerde en iyi olduğu türdür. Romanda pek fazla yazar çıkaramadık. Şiirde tartışmasız büyük isimlerimiz var ama unutmayalım ki şiir kitap piyasasında çok etkisiz, geri planda duruyor. Tarihsel ağırlığı ve gücü tartışılmaz elbette. Öykü alanında çok olgun örnekler verdik. Bazı yazarlarımızın belirttiği gibi, öykücüler, 28 Şubat darbesinin acılarını dile getirme konusunda oldukça iyi iş çıkarttılar.
Son olarak kitapta kimler var?
Bu kitaba girmemiş öyküler ve öykücüler de var elbette. 28 Şubat konusunda yazılmış öykülerden bir seçme yaptık. Kitapta Mustafa Kutlu da var, henüz ilk kitaplarını neşretmemiş Ali Güney veya Emine Acar da var. Antolojide, İslamcı öykünün dünden bugüne uzanan isimleri çoğunlukla yer alıyor.