Çevresindekilere karşı yalıtılmış bir hayat yaşayanlar sadece kendi varlıklarını görürler. Bilinçli ya da bilinçsiz diğer varlıklarla anlamlı ilişkiler kuramayan insan anonim kişi haline dönüşmeye mahkûmdur. Hayatının günlükleşmesi trajedisini yaşaması ise kaçınılmazdır. Kendisinin dışına çıkamayan insan bitmek tükenmek bilmeyen isteklerine demir atmış demektir ve boğulmaya başladığı nokta tam da burasıdır.
Minibüste telefonda konuşan bir kadın karşısındaki kişiye “sen de öyle fazla düşünüp içine düşme, çık biraz hava al” diyordu. Belli ki karşısındaki kişinin can sıkıntısı var ve bir terapi yöntemi olarak hava almayı tavsiye ediyordu. Bu cümleleri duyduğum ilk anda tam Türk tipi teselli cümleleri diyerek biraz gülümsemiştim. Kilit nokta ise ”içine düşme” kısmı idi.
Bu söylemi farklı bir bağlamda yeniden gözden geçirdiğimde manası katmerlendi diyebilirim. İnsanın sürekli kendisinde kalması; kendi ihtiyaçları, problemleri ya da zevkleri haricinde başka bir gündeminin olmaması bir süre sonra kendi benliğine büzülmesine sebep olur. Kendisinin dışına çıkamayan insan bitmek tükenmek bilmeyen isteklerine demir atmış demektir ve boğulmaya başladığı nokta tam da burasıdır.
Çevresindekilere karşı yalıtılmış bir hayat yaşayanlar sadece kendi varlıklarını görürler. Bilinçli ya da bilinçsiz diğer varlıklarla anlamlı ilişkiler kuramayan insan anonim kişi haline dönüşmeye mahkûmdur. Hayatının günlükleşmesi trajedisini yaşaması ise kaçınılmazdır.
Kendini Aş, Aşkın Olana Ulaş
Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şerîflerde insanın salih ameller işlemesinin önemi çok defa zikredilmiş, karşılığında türlü güzellikler müjdelenmiştir. Salih ameller tek bir formda, şablon davranışlar değildir. İyi ve güzel işler yapmanın çeşit çeşit yolları vardır. Hayvan, nebat, insan ayırt etmeksizin tüm varlığa hizmette bulunmak, mahzun bir gönlü ihata etmek, hayırda yarışmanın farklı kulvarlarıdır.
Peygamberler ve vârisleri bir gönül ile nice gönül coğrafyasını fethetmiş, âlemi kuşatan sadırlarını tüm varlığa açmışlardır. Kutsal kitabımız insana “kendini aş, aşkın olana ulaş” mesajı veriyor. Aşkın olana ulaşmak için önce kendi bendinden taşmak, başka hayatlara dokunmak suretiyle salih ameller işlemek gerekiyor. Bendinden taşmanın ise nefesler adedince yolu vardır.
Sıkıntı Üretme Değer Üret
İnsanın yeniden yapılanması için gönüllülük esaslı çalışmalar bu yolların önde gelenlerindendir. Hangi yaş grubu ya da sosyal statüde bulunursa bulunsun hiçbir karşılık beklemeden çevresine fayda sağlamaya çalışan kişilerin ruh halleri ve gönül kıvamlarındaki olumlu değişim gözle görülür türdendir.
Bu durum sayısız örneklerle doludur. Yıllar önce çeşitli sıkıntılar yaşayan bir ahbabımız kendi içine kapanmış, ağır sakinleştirici ilaçlarla hayatını sürdürüyordu. Bir gün bir sivil toplum kuruluşunda gönüllü olarak faaliyet göstermeye başladı. Aradan çok kısa bir süre geçmesine rağmen gözlerinin feri gelmiş bir şekilde hiç unutamadığım şu cümleyi kurmuştu: “Ben burada şifa buldum, kendimden kurtuldum, yeniden doğdum.”
Karamsarlık, u/mutsuzluk gibi depresif hallerin sebeplerini çoğu zaman dışarıda arıyor insan. Oysa anlamlı bir uğraşı olmadığı için değer üretmek yerine sıkıntı üreten bir varlık haline geldiğini fark etse kendisinde tükenişinin kaynağını da bulmuş olacak.
Rahat Az Huzur Çok
Kış mevsiminin gelmesi ile hayvanların yaşadığı zorluklar haberler vesilesiyle gündemimize geldi. Geçtiğimiz ay Üsküdar’da bir sokağa kedilerin soğuktan korunması için kutu koyan gençlere birkaç kendini bilmez sözlü ve fiili şiddetle muamelede bulundu. Buna rağmen gençler geri adım atmadılar. Üsküdar Belediyesi bu düşüncesizlere inat o sokağa güzel bir kedi evi koydu. Yine bir kuşun konduğu yer buzlandığı için ayakları yapışmıştı. Merhametli bir adamcağız kuşun ayaklarını canını acıtmayacak şekilde büyük bir titizlikle buzdan ayırdı, itina ile sardı. Yine Pendik/Kurtköy’de terkedilmiş sokak köpekleri için gönüllülerin oluşturduğu hayvan barınağına kazancının neredeyse tamamını düzenli olarak harcayan bir adam haberlere konu oldu. Tam da burada at ve deve gibi hayvanlar üzerinde oturur şekilde sohbet etmeyi hoş karşılamayan Peygamberimizin süt sağmaya giden kadınlara “tırnaklarınızı kısalttınız mı?” sorusu aklımıza gelmeli.
Bu insanların acaba hiç mi kendi dertleri, kendi hazları, kombin ve tarz kaygıları, hayallerindeki pozu yakalamak için onlarca defa selfie deneme hevesleri, mekân keşfetme merakları, bir köfte çeşidi tatmak için üç saatlik yol gitme arzuları yok? Bilinçli bir varlık bile olmayan hayvanata uzanan bu yürekler kendi duygu ve düşünce girdaplarında boğulmaya fırsat bulabilirler mi acaba? Bir yanda tarihten ve günümüzden bu örnekler bir yanda bir bot dolusu insanı denizin ortasında günlerce bekleten, ölüme terk eden medeniyet örneği! Hangisi insan ve hayvan hakları konusunda söz sahibi olabilir, aşikâr. Hangisi ne kadar çaktırmamaya çalışsa da içten içe kendisinde boğuluyor hangisi yaşattıkça, umut oldukça, el uzattıkça diril(t)iyor ortada. Evet, duyarlı insanın rahatı az olur ama huzuru çoktur. Unutmamak lazım ki çilelerle yoğrulmak başka, huzursuz olmak başkadır.
Fanusu Kır, Nefes Al!
Üzerinize ters çevrilmiş bir fanusun içinde yaşadığınızı düşünün. Hareket alanınız vardır, etrafınız cam olduğu için etrafınızı görebiliyorsunuzdur. Her şey normal seyrinde devam ediyormuş gibi hissedersiniz. Ta ki nefes alıp verdikçe oksijen yetersizliğinden sağa sola koşturmaya başladığınız anda o cama çarpana kadar. Ta ki o cam buğulandığı için görüş alanınızın kısıtlandığını idrak edene kadar. Hayatta kalmak için alıp verdiğiniz nefesler artık sizi daraltarak boğan bir urgan vazifesi görür.
Sırf kendisiyle dolu olan insan etrafına sübjektif bir zaman kozası örer. Var olan, akıp giden gerçek zamana bigâne kalır. Kendi zaman kozasında sığlıktan kurtulamayan ve bu sığlığın farkında olmadan sürdürülen bir hayat; insanın sonsuz arayışlar içinde bocalamasının baş sebebi olur.
Dünyadaki en önemli dertler benim dertlerim, en önemli sevinçler benim sevinçlerim, bana ait olan her şey çok anlamlı, çok önemli, toplu iğnem bile başımın tacı. Okulda yaşadığım bir problem çok mühimdir ama arkadaşımın yaşadığı bir sıkıntı umurumda olmaz, gelecek planlarım hakkında saatlerce konuşabilirim ama arkadaşımın gelecek planlarını dinlemeye değer bulmam, duygusal boşluklar yaşarken saatlerce içimi dökerim ama aynı durumu yaşayan bir arkadaşımı dinleyecek vaktim yoktur, telefon modelini yükseltmek acil ihtiyaç iken bir başkasının yiyecek ekmek bulamaması pek de dikkatimi çekmez. İşte bu ve benzeri örnekler insanın fanus içindeki ilk dakikaları gibidir. Bu şekilde kendi yalnızlığını inşa eden insan ancak bir figüran misyonu yüklediklerinin hayatlarına nefes olursa kendi elemsiz hava sahasını oluşturabilir.
Rahata Batarsan Rahat da Sana Batar
Sahip olunan pek çok şey zamanla zaten olması gerekenmiş gibi bir algı oluşuyor. İnsanoğlu dokunduğunu sıradanlaştırma, rutinleştirme gibi bir hastalıkla malul. Yıllarca hayalini kurduğu, uykusuz gecelerinin sebebi olan, sahip olmak için nice fedakârlıklar ettiği pek çok şey sahip olunduktan sonra gözden düşüveriyor. Bunların en acısı da aile, eş, dost demeden “insan”ın değersizleşmesi oluyor. Misafirini mutfak masasında ağırlayan hanımlar genelde “sen yabancı değilsin” derler. Yabancı değilsin, yani senin için salonda, özenle ve şık bir masa hazırlamasam da olur. O kullanmaya kıyamadığım tabaklar, bardaklar “yabancı misafir” için alınmıştı. Çünkü o yabancı misafiri sürekli görmüyorum ve benim için henüz gözden düşmedi, özelliğini koruyor. İşte sadece kendi dünyasında yaşadığında insan; hayat ne kadar rutin, her şey çok sıradan demeye başlıyor, nasılsın diye sorulduğunda şükürsüz bir yüz ifadesi ile “bildiğin gibi” cevabını veriyor. Hayat rutin geldikçe rahattan rahatsız olmaya başlıyor. Bu manevi boşluk içinde tabiri caizse sivilceyi kaşıyor çıban oluyor, çıbanı kurcalıyor aslanpençesine dönüşüyor. Sahip olduklarının ne kadar mühim nimetler olduğunu, başkasının hayallerinin kendisinin gerçeği olduğunu unutuyor, unutmakla da kalmıyor neticede “rahat batması” gibi bir hal yaşanıyor. Hâlbuki gündemine başkasının derdi ile dertlenmek gibi bir madde eklese, iyiliğin geri dönüşümü gerçeğini bizzat görecektir. Bu konuyu çok güzel resmeden bir karikatür vardı. Adamın birisi masada yazı yazarken söyleniyor; kalemin kapağını arkasına takmayı seviyorum ama takınca da zürafa gibi oluyor, dengem bozuluyor. Yanındaki adamın söylediği şey ise “Allah başka dert vermesin.”
Çok Klas(ik) Bir Mazeret Olarak; Yoğunluk
GENÇ çatısı altında haftalık periyotlarla gerçekleştirdiğimiz programlara düzenli katılım sağlayanlar haricinde ara ara uğrayan bazı öğrenciler var. Program çıkışı yanıma gelip selam veriyorlar. “Biz de bir şeyler yapmak istiyoruz ama çok yoğunuz” diyorlar. “İnsan öncelik sırasına aldığı işe –bir şekilde- vakit bulur, yoğunluk tanımımızın içine hangi meşgaleleri koyuyoruz bir daha gözden geçirmemiz gerekiyor” diyorum. Her iki dakikada bir telefonun tuş kilidini açıp kapatmak, ardından buzdolabının kapağını dayanarak bir iki dakika öylece içini izlemek, sosyal medya hesaplarında “keşfet” kısmında kim ne yapıyor diye tecessüste bulunmak da var mı bu yoğun hayat içinde mesela? Bir şey rica ettiğimde yedi yaşındaki oğlumdan bile “anne çok yoğunum, biraz beklemelisin” cevabını alıyorsam bu kavramı iki defa gözden geçirmek elzem hale gelmiş demektir.
Bir iş vereceğiniz zaman en yoğun kişiye verin derler. O daha planlı-programlı yaşar ve “nasıl olsa bir ara yaparım” diyerek işi savsaklamaz. Yoğunluk dediğimiz şey varlığını her zaman sürdürecektir. Bitmeyen bir yönü vardır “dünya telaşı”nın. Oysa Hasan Aycın’ın dediği gibi “burası dünya ve burada işler hep yarım kalır.” Bize kalan ise verdiklerimizdir. Emeğimiz, zamanımız, eşyamız, bilgimiz, enerjimizden verdikçe çoğalacak; huzur olarak geri dönecektir.
Gözleriniz İş Arasın
Çocukluğumuzda babamızdan sürekli duyduğumuz cümleler vardı. Her birisi tecrübelerinden süzülmüştür. Hayat tarzımızı inşa ettiğimiz yaşlarda sağlam yapı taşları gibiydi. Bunlardan birisi de “gözleriniz iş arasın” cümlesi idi. Boş durmayın, hayırlı ve hayra vesile olacak meşguliyetleriniz olsun, boş duranlarla şeytan daha çok uğraşır, zarar-ziyana zemin olursunuz manasında söylerdi bunu. Gözlerimizin araması gereken işler arasında bazen kapı eşiğine çıkartılmış bir terliği kenara koymak bazen bir muhtaca yardımda bulunmak bazen eğitim almak/vermek vardı. Şahsi dertlerinizle izole bir hayat yaşamayın, asil bir çabanız olsun, gayesizlik handikapına düşmeyin diyordu.
Her Girişim Kapalı Bir Kutu
İnsan hangi tarafa yönelirse o tarafta bir hareketlilik olur. Kapılar o yönden açılır. Her girişim kapalı bir kutu gibi. Sürprizlerle dolu. Farklı girişimlerden farklı açılımlar doğuyor. Birisinin derdine derman olmak için bir adım attığınızda bir bakarsınız o sizin derdinize derman olmuştur ya da o vesile ile başka bir arayışınız nihayet bulmuştur. Allah Rasulü’nün “İki din kardeşi birbirini yıkayan iki el gibidir.” hadisinde yer bulan muazzam teşbihin tecessüm etmiş halidir bu. “Allah’ım bana öyle bir hayır kapısı aç ki, o kapı başka bir hayır kapısına açılsın, o da başka bir hayır kapısına…” Bu dua birbirine şifa bir topluluk olmanın dilekçesidir.
Kapını Aç ki Kabın Açılsın
Dört yıla yakın bir süre bazı GENÇ programlarını ev ortamında gerçekleştirmiştik. Okuma programları, seminerler, yazar buluşmaları, kitap ve makale kritikleri, fasıllar ve sohbetler bir araya gelme vesilelerimizdi. Bir sivil toplum kuruluşunda sürdürülen çeşitli faaliyetlerin hemen hepsini ev ortamında yapıyorduk. Bu beraberliklere “entelektüel ev toplantıları” diyenler de oldu aramızda, biz “home-dernek” çalışıyoruz diyenler de. Salon kapısına asılan, hangi tarih ve saatte hangi programların olduğunu gösteren aylık faaliyet takvimi bu tanımlamanın sebebiydi belki de.
Benimsediğimiz tarzın modern hayat şartlarında tam bir karşılığı yoktu. Zira harıl harıl çalışan bir avuç insan, yaşadığımız bu dünyaya ve esas hayat olan ahiret hayatına nasıl bir katma değer sağlarız diye gece gündüz demeden fikir teatisinde bulunuyor, eylem planları yapıyor, mevcut şartları zorlayarak yürürlüğe koyuyordu. En önemli nokta ise tüm bunlar gönüllülük esaslı ilerliyordu. Yani bilabedel. Yani ahiret vadeli çalışma stili. Referans noktamızı ise “Daru’l Erkam” oluşturuyordu. İlk Müslümanların bir araya geldiği, İslam’ın temellerinin atıldığı Erkam’ın evi. Modern hayat şartlarında karşılığı olmayan fakat modern insanın çılgınlar gibi her yerde aradığı gerçek huzurun adresi. Nasreddin Hoca’ya atfedilen fıkrada anlatıldığı gibi; saz çalarken sürekli aynı tele vuran hocaya nedenini sorduklarında “şşş herkes burayı arıyor” cevabı güldürürken düşündürüyor. Herkes huzuru arıyor. Huzurun ümmetin kaderinde hayırlı roller almak için gösterilen çaba olduğunu görmek gerekiyor.
“Taşa Geçer Kendime Geçmez Sözüm”
İnsan bulunduğu ortama göre şekil almaya meyyal bir yapıdadır. Çevresinde bulunan insanların, eşyaların ve konuşulan konuların niteliğine göre ruh hali iklim değiştirir. Çünkü her uzvun bir iradesi bulunurken bedenimizin merkezi olan kalbin iradesi yoktur. Telkinlerin tesirinde kalmaya yatkındır. Meşhur şarkı sözünde ifade edildiği gibi “taşa geçer kendime geçmez sözüm…” Yanlış olduğunu bile bile yapıp edilen her şey bu sözün sağlaması gibidir.
Bulunduğunuz mekâna bir koku yayıldığını düşünelim. Yayılan o kokudan ben etkilenmiyorum, hiç hissetmiyorum diyen doğruyu söylemiş olmaz. İlla ki etkisinde kalacaktır. Sürekli iyinin, güzelin ve hayrın getirileri konuşulduğunda iyiye, güzele ve hayırlı olana iştiyak duymaya başlar. Hazlar, hevesler ve geçici zevklerden alınan lezzetlere şahit olduğunda ise bu tür başı tatlı sonu acı maceralara doğru akmaya başlar.
Uyarıcı Çevre Faktörü
İnsan burnunun özelliği ile alakalı olarak koku alıcıları yorulmaya müsait bir yapıdadır. Bir süre sonra kokuları hissetmemeye başlar. Parfüm satıcıları onca parfüm çeşidi arasında bir de kavanoz içinde kahve bulundururlar. Parfüm satın almak isteyen müşteriler kokuları denerken bir süre sonra kokuları birbirine karıştırmaya sonra da hissetmemeye başlarlar. Bu durum ortaya çıktığında kahvenin koklanması koku alıcılarını adeta nötr hale getirir. Böylelikle kişi kokuları tekrar ayırt edebilir.
Kahve uygulamasını koku bağlamından kopartıp insanın lokasyonuna uyarlayabiliriz. Fayda sağlamayan, ömrü ziyan eden işlerin yapıldığı, konuşulduğu ve özendirildiği bir mecrada kahve uyaranı gibi iyi ile kötüyü, yararla zararı ayırt etme vazifesi gören insanların varlığı hayati önem taşımaktadır. Hayrın hasenatın sürdürüldüğü ortamda ise enerjinin düştüğü anda heyecan tazeleyen, iştiyak uyandıran, zerre kadar bile olsa her işin karşılığının olduğunu hatırlatan, hakkı ve hayrı tavsiye eden dostlarla çevrelenmek tabiri caizse buruna tutulan bir avuç kahve gibidir. Uyarıcı çevre faktörü kişinin es geçemeyeceği kadar mühim bir faktördür.
Kötülüğün Gaz Hali
Yeri gelmişken; bir de hiç belli etmeden bütün vücudu tesiri altına alan, kokusuz ama bir o kadar tehlikeli gazlar vardır. Sobadan, ocaktan ya da şofbenden çıkan gazlardan etkilenerek hayatını kaybeden insanları düşünelim. Nasıl sinsi bir şey ki bu insanın canını aldıktan sonra ortaya çıkıyor. Her nefeste içine çekerken insan hiç anlamıyor. Şer olan da sızıntı yapan bu gazlar gibi insanın benliğini çaktırmadan ele geçirmekte pek mahirdir. Kötülüğün gaz halinden sakınmak icap eder. Onun yayılma hızı, kara haberin tez duyulması ile at başı gider.
Geçmişe dönüp baktığımızda şahsiyeti korumak için ünsiyet kurulan arkadaşların niteliğine dikkat etmek belki kâfi geliyordu. Dijital çağda yaşamanın bir neticesi olarak sadece yakın temasta bulunulan arkadaşlar değil sosyal medyada ilişki içinde bulunulan sanal kimlikler, ziyaret edilen platformlar, her an maruz kalınan ileti bombardımanları yani çevrimiçi okların her çeşidi insanın ruh âlemini hedefliyor. Sosyalleştiğini zannederken yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça kendisinde kayboluyor en sonunda da kendisini kaybediyor.
Yüce kitabımızda “sâdıklarla beraber olun” buyurulmuştur. Allah’a ve Rasulüne sâdık olanlarla beraber olalım ki yüzlerine nazar ettiğimizde Allah’ı hatırlayalım. Hallerine baktığımızda mahlûkat için koşturmanın, bir defa yaşanacak olan şu kısa dünya hayatını tüm insanlık için yaşamayı fırsat bilmenin, vermenin, yardım etmenin, bir gönlü huzura gark etmenin ne büyük bir mânâ olduğunu anlayalım.
Tercih Ekranı Hala Açıkken
Allah Teâla, Kur’an-ı Kerîm’de iki farklı adamı mukayese ederek örnek vermiştir. Birisi dilsiz, bir şeye gücü yetmeyen, yük olan, fayda sağlamayan yani zayıf ve beceriksiz bir modeldir. Diğeri ise doğru yol üzerinde giden, adalet sahibi bir insan modeli. Başka bir ayette ise binasını Allah’ın rızasını kazanmak temeli üzerine kuranlarla çökmeye yüz tutmuş bir uçurumun kenarına kuranlar karşılaştırılmıştır.
Bir genelleme ile 15 – 25 yaşlar arasını gençlik dönemi olarak kabul edelim. Bu zaman diliminde önümüzde iki yol var. Birincisi şahsi menfaatler, geçici hazlar peşinde sürüklenen; zayıf, beceriksiz, iradesiz, hantal bir gençlik dönemi geçirmek. Sosyal medyada ona buna sataşan, farklı mecralarda farklı kişilikler sergileyen, ekrana yansımadıkça yaşamadığını zanneden, beğeni almadığında özgüven problemleri içinde boğulan ve kendisinden başka gündemi olmayan bir model. İkincisi hayır faaliyetlerinde atik, iş bitiren, diğerkâm, bağırmadan, haykırmadan iyilikte yarışan, şikayetlenmekle kalmayarak değişimin bir parçası olan, ahh vahh etmeyi bırakıp hayata uyarlanabilir çözümler üreten ve başkalarının derdini dindirmeyi, bir insana daha “Allah razı olsun” dedirtmeyi en büyük kazancı bilen bir model.
Tercih etmek, diğerlerinden vazgeçmektir. Biz elbette ikinci yolu tavsiye ederiz. Biliyoruz ki; vermenin zevkini tatmak en akıllı kazan-kazan yaklaşımlarındandır. Ve biliyoruz ki, başkaları için gönüllü bir eylemde bulunmak hem bizi kendimizde boğulmaktan kurtaracak hem de hayatımızı bereketlendiren, renklendiren tükenmez ve tüketmez bir hazineye dönüşecektir.