Gazete kâğıtlarının üzerindeki dağınık harflerle başlamış Leyla İpekçi’nin yazma yolculuğu. Sonra edebiyatta nefes alır. Ve “Her türlü misilleme hırsından bağımsız olan, katliama, işgale, haksızlığa karşı sergilemezsem, ben niye varım” diye tanımladığı ‘vicdani duruş’ tamlamasıyla köşe yazıları yazar... Yazmasının nedeni, onun “O’ndan aldığım emaneti O’na iade etmek gibi bir muradım var” sözünde gizlidir...
Kitabınızda sorduğunuz bir soru ile başlamak isterim… Siz neyin peşindesiniz? Yazmak ile muradınız nedir?
Kelimelerin ilahi yüzünü görebilmek, okuyabilmek diyeyim bu sefer. Bu soru bana her sorulduğunda farklı yanıtlar veriyorum. Çünkü insan neden yazdığına net ve mutlak bir yanıt veremez. Neden birini sevdiğinize de öyle somut bir gerekçe göseteremezsiniz. Onun gibi tıpkı. Okurla birlikte bir güzelliği yansıtabilmek, paylaşabilmek istiyorum. Yazmak, hayat yolculuğumuzda birbirimize bir nevi eşlik etme hâli belki. Yazmak, benim kendimi en çok gerçekleştirebildiğim, en çok kendim olduğum ve benliğimi en çok yok edebildiğim eylem. Amelim. Rabbimizin bizi görmek istediği gibi oldukça, kendimiz oluyoruz. Bunu ben en çok yazarken anlıyorum. Kelimeleri, yani sözü yükseltmeliyiz, Allah’ın benden, bizden istediği gibi. Söz O’na ait. Yazma nedenimi şöyle açıklıyorum: O’ndan aldığım emaneti O’na iade etmek gibi bir muradım var.
Sizin için hayat parçalara ayrılabilir mi? Sadece edebiyat, sadece sinema, sadece köşe yazarlığı, sadece gazetecilik şeklinde ayrılabilir mi?
Elbette hayır. Denir ki, bütüne bütünden bakarsanız, bütünü bulursunuz. Bizler modern hayatta her şeyi bölerek tanımlıyoruz. Ayırarak bakıyoruz her şeye ve her ayırdığımız parçayı bütünden kopuk olarak algılıyoruz. Doktor mesela sizin böbreğiniz ağrıdığında vücudunuza ve ruhunuza bir bütün olarak bakmak yerine, diyelim emar çektirmeye yolluyor, o anda siz bir böbrekten ibaretsiniz onun için. Sizin sorduğunuz soruda sözü geçen alanlar ise zaten tek başlarına değil, bir arada sanat duygusunu oluştururlar bizim için. Ama yine de her birinde yoğunlaşmak başka bir maharet. İnsan sadece köşe yazarı olabilir. Köşe yazarken beslendiği pek çok şey vardır, edebiyat, sinema, gazetecilik vesaire. Bunu ayrıştıramayız. Zamanın ruhuna uymasa da, şunu söylemek zorundayım: İnsan sizin bu saydıklarınızdan sadece birini yapmalı bence. Tek bir şeye vermeli kendini eğer sanattan bahsediyorsak. Çünkü derinleşmek ve insanlığın vasıflarına bulanmak ancak böyle mümkün. Birliğin çokluğuna erişmek ancak böyle mümkün.
Yazarlığın getirdiği bir “bilirim egosu” vardır, siz nasıl kontrol ediyorsunuz bunu?
Başta dediğim gibi, ne için yazdığınızı, neyin peşinde olduğunuzu asla unutmamanız gerek. Nefsin sınırlı terimleriyle ifade ettiğiniz her cümle, sizin egonuzu besler, besleyebilir. Kalemin sahibi siz değilsiniz, bunu hatırdan çıkarmamak için, mesela dua ederek başlarım ben yazmaya. Yine de bu tuzağa düşmemek çok zor. Düşüyoruz. Önemli olan, nasıl ayağa kalktığımız sonradan. Nefsimizi bilmemiz. Kendimizi bilme çabaları, bizi daha insan kılar. Yazarlık bu anlamda, eğer niyetiniz benlikten varlığa hicret etmekse, zorlu bir kendini bilme provası de vaat ediyor bize.
Ali Şeriati, Rachel Corrie ve Hrant Dink isimlerine ithaf ettiğiniz bir kitabınız var. Sizdeki karşılıkları nelerdir bu isimlerin?
Direnirken katledilenler. Çok isim sayabilirim size böyle. Buğday hareketinin Türkiye’deki babası Victor Ananias da böyle biriydi. Hak mücadelelerinde saldırganlaşmamış, aksine hayatlarını bu uğurda feda etmiş kişiler. Yaşamaktan çok yaşatmak için mücadele edenler. Onların kimliği, cinsiyeti, tabiyeti hiç önemli değil. Hakikatin gölgesi hepimizin ağacına farklı açılardan düşüyor. Ama hakkaniyetin peşinde kalpten kalbe yolculuk ederken, farklı alemlerde konaklasak da, biliriz ki, hakikatin menşei birdir. Bu isimler benim her daim dualarımdadır.
Kendimizi bilme çabaları, bizi daha insan kılar. Yazarlık bu anlamda, eğer niyetiniz benlikten varlığa hicret etmekse, zorlu bir kendini bilme provası de vaat ediyor bize.
En huzurlu olduğunuz vakitler hangi anlardır?
Ne güzel bir soru. İbadet ederken, secdedeyken, dua ederken. Kıraat dinlerken. Sevdiklerimi düşünürken. Başkaları için yararlı bir şey yaparken. Verici olduğumu hissettiğimde. Bir konuya kendimi çok verdiğimde. Bazen yazı yazarken. (Her zaman değil.) Böyle zamanlarda kendimi huzurlu hissederim. Yazın seher vaktini ve akşam alacasını çok severim. O’nun huzurunda olduğumu daha çok duyumsatır. Yalnızlığım, hüznüm, hayallerim, amellerim, anılarım, belleğim sırlarını açar bana. Ramazan’da geceler de böyledir.
“Beş vakit İstanbul” kitabında ikindi vaktini yazdınız. Bunu siz mi tercih ettiniz? Özel bir nedeni var mı?
Evet öyle tercih ettim. Özel bir nedeni yok. Ama kendi ömrümün metaforik olarak ikindi vakti epey uzun sürdü. Kaotik, ölçüsüz, bilmeden... İnsanlığın ikindisindeyiz şimdi. Ve ben bu ikindi ikliminde kendi ruh hicretlerimle vakit içinde vakitler açmaya başladım. İkindi sürerken sabahlarınızı, yatsılarınızı, akşamlarınızı selamlayabilirsiniz. Biraz bunun hikayesini anlatmak istemiştim. Çünkü çok büyük bir kırılma var bu anlamda benim hayatımda. Aynı kalbte iki farklı alfabe. Giderek aynı dili konuşmayı başarmak için...
Tatil olarak tercihiniz araba ile Türkiye’yi dolaşmak… Bunu tercih etmenizin sebebi nedir?
Nedir tatil? Son yüzyılın icadı. Bir nevi sektör. Turizm. Eğlence. Tüketim filan... Dinlenmek elbette çok önemli. Ama izin günlerimizi ille tatil yaparak, yan gelip yatarak geçirmek bana giderek anlamsız geliyor. Çok büyük bir yorgunluk böyle bir tatil. Uzaktaki aile ziyaretlerinin dışında vaktimi en yoğun biçimde memleketi gezerek geçirmeye ça- lışıyorum eşimle birlikte. Gezmek derken, yanlış anlaşılmasın. Bir şehre uçakla inmek yerine, oraya ağaçları, ovaları, dağları geçerek varmaktan bahsediyorum. Tabii bu gezmek olmuyor pek. Oranın insanlarıyla birlikte yaşama karışıyorsunuz bir süre sonra. Bakmak, anlamak, anlamlandırmaya çalışmak. Ve usul usul, devam etmek, bir şehirden diğerine, bir beldeden ötekine. Mevsimlerin, bitki örtüsünün, bulutların, taşın, toprağın, insan giysilerinin değişimini izlemek. Kayda geçirmek. Şahit olmak. Bunlar zaten bizim işimizin bir parçası.
“Aşk”, içi boşaltılan bir kelime hâline geldi, size ne ifade ediyor?
Valla bu algıya göre değişir. Popüler kültürün ürettiği sığ dilde yaşamayan pek çok insan var bu topraklarda. Dünyanın her yerinde. Aşk her daim canlı o yüzden. Aşk muhabbettir. Seven de sevilen de bir olur giderek. Kabe’yi tavaf ederken bu muhabbeti hissettim. Her şeyi sevgilisi için yapan bir aşık olmayı arzulamak, kıyısız bir okyanusa dalmak gibi. O kadar kıyısız bir okyanus ki, içini hiçbirimiz boşaltamayız!
Köşe yazarlığı yaparken, bir olayı değerlendirirken, neyi ölçüt kabul ediyorsunuz?
Bize yani toplumumuza veya daha geniş olarak insanlığa (konuya göre değişebilir) neyin nasıl yansıdığıyla ilgileniyorum. Bilinçaltımıza ve gündelik hayatımıza yansıyan bir siyasi olay, bir toplumsal değişim, ya da bir kavram bize ne söylüyor? Biz onu nasıl taşıyoruz? Zulüm karşısında hangi dille mücadele ediyoruz? O dili hep birlikte nasıl konuşabiliriz? Bunlar benim çok kabaca ölçülerim.