
Bir insan, bir Müslüman, bir mütefekkir ve İslam toplumunda sosyolojinin olamayacağını iddia eden bir sosyologtur. Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir bilgedir. Kısacası yürekten gelen hikmetli bir sestir. O, Abdurrahman Arslan Hoca’dır. Onunla gençlik ve İslamcılık üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
İlk olarak şunu sormak istiyorum: İslamcı ifadesini kullanmak zorunda mıyız?
Biliyorsunuz bu çok tartışılan bir konudur. Burada öyle bir durum var ki Müslüman deyince, insan zihninde yaptığı çağrışımda bazı şeyler eksik kalıyor. Bu Müslüman olmaktan kaynaklanan bir eksiklik değil, Müslüman zihninin dönüşmüş olmasından kaynaklanan bir eksiklik… Müslüman denildiğinde yönetim biçimiyle ilgilenen, siyasal rejimin de kendi ilkelerine göre düzenlenmesini isteyen bir insan akla gelmiyor. İdeolojilerin zihinleri kısıtlamasından kaynaklanan bir problem bu. Dolayısıyla bu İslamcılık terimi bunun akla gelmesi için kullanılan bir kelimedir. Reşit Rıza’dan tutun da Mehmet Akif’e kadar ilk dönemin İslamcıları kendilerini İslamcı olarak tanımlamamışlardır.
Bir yazınızda: “Camide genç yok ama İslamcı genç çok” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
20. yy’ın başlarında kendisini inşa eden İslamcılık, kendisini o güne göre konumlandırdı. Yani kendisini, muhalif gördüğü o günün dünyasına göre inşa etti. Ve ona göre de bir mücadele yöntemi seçti. Fakat kendisine muhalif olarak gördüğü o dünya zamanla değişti. Modern dünya postmodern bir dünya oldu. Bu süreçte İslamcılık zihnen büyük bir boşluğa düştü. Mevcut dünyanın ha- diselerini an- lamakta ve anlamlandırmak- ta zorlanmaya başladı. Hatta bence İslamcılık bu manada entelektüel olarak zihnen çöktü. İşte bunun neticesinde İslamcılar sloganik bazı söylemlerin peşine düştüler. Bu süreç içerisinde içsel olarak fakirleştiler. Entelektüel olarak kendisini İslamcı gören fakat amel olarak baktığımızda İslam’ı yaşamak gibi bir kaygısı olmayan insanlar olmaya doğru gittiler. Namaz kılmayan ama kendisini İslamcı olarak nitelendiren yeni bir gençlik modeli ortaya çıktı. Bu gençliğin enfüsî dünyalarına baktığımızda orada İslam’ın çok belirleyici olmadığını görüyoruz. Elbette ki bu yanlış bir çizgidir, bu böyle gitmez! Böyle bir İslamcılık ve Müslümanlık modeli olamaz! Ameli olmayan bir Müslümanlığın bize bir faydası olmaz. Bunun içim benim kişisel kanaatime göre İslamcı düşüncenin kendisini yeniden restore etmesi gerekmektedir.
İslamcılar hangi hassasiyetini yitirdiler de böyle bir sonuçla karşılaştılar?
İslamcılar başlangıçta Hz. Peygamber ve onun ümmetinin taşıdığı bir has- sasiyete sahipti. Nitekim ilk dönem Müslümanlarına baktığımız vakit oradaki Hıristiyanlara, Yahudilere ve bilhassa müşriklere karşı, onlara benzememek prensibi ile hareket ediyorlardı. Bu anlayışı Hz. İsa’nın ve Hz. Musa’nın müminlerinde de görürsünüz. İslamcılık 1960’dan itibaren ciddi bir kırılma yaşadı ve “benzememe” ilkesinin yerini “benzeme” aldı. Dolayısıyla İslamcılık 1960’lardan itibaren bir İslami ihyâ hareketi olmaktan çıktı. Şimdi İslamcılar, batılı karşı çıktılarına benzeyerek İslamcılık yapmaya çalışmakta ve İslamcılığı öyle anlamaktadırlar. Bu da Müslümanı zihnen ve amel olarak dönüştürdü. Karşımıza yeni tipler çıktı.
Peki, bu durumun başka sosyolojik nedenleri de var mıdır?
Elbette ki var, en başta aldığı eğitimin bunda çok önemli bir katkısı var. Bu eğitimle ilgili olarak Müslüman zihnin dönüşmesi söz konusu… Müslüman zihni dünkü Müslüman zihnine göre duyarlılığını yitirdi. Duyarlılığın yerine tepkisel bir takım anlayışlar benimsendi. Oysa İslamcılığın ilk dönemdeki temsilcilerine baktığımızda tepkisellikten ziyade nefs-i müdâfâa hali söz konusuydu.
Diğer taraftan İslamcılar kendilerini batının aynasında seyretme gibi bir düşünceye yakalandılar. Özgünlükten uzaklaştılar ve taklit eden bir konuma düştüler. İslamcılığın en büyük problemlerinden biri buydu. Yani karşı çıktığının aynasında kendini inşa etmek… Görünüşte onu alt etmek, onunla mücadele etmek gibi çok meşru bir sebep ortaya koyuyor. Yani İslamcılığın rövanşist bir boyutu var. Benim İslamcılığın en çok rahatsız olduğum boyutu da budur.
Sünneti yaşayan bir gençlik ideal bir gençliktir. Aynı zamanda kendisine muhalif olan hayat tarzını da sünneti yaşayarak reddeden bir gençliktir. Yani ideal gençlik hayatı Müslümanca kurmaya yönelik bir eylem içerisindedir. Sünnetin önemi de amelle ilgilidir; hayat dediğiniz amelin kendisidir.
Bugün taklide dayanan bu yanlış çizgiden nasıl kurtulabiliriz?
Benim kanaatime göre hayatımızda yeniden Sünnet’in ihyâ edilmesinden başka bir çare yok. Başka hayat tarzlarının hayatımızı istila etmesini istemiyorsak –hayatımızı derken sadece amel olarak kastetmiyorum, entelektüel olarak da bunu kastediyorum- yani onların ilkelerinin ve onların davranış biçimlerinin bize sirayet etmesini istemiyorsak, buna karşı sünneti yaşayarak kendi hayat biçimimizi ihyâ etmeliyiz. Hayatın muhteva olarak yeniden zenginleşebilmesi için ve Müslümanın dönüşmüş zihninin yeniden rayına girebilmesi için kanaatime göre bu konu önemli bir konudur. Çünkü başka bir türlü çözüm yoktur. Vahyi anlamak için de bizim Sünnet’e ihtiyacımız vardır.
Yani ideal gençlik Sünnet’i yaşayan bir gençlik midir?
Evet, Sünnet’i yaşayan bir gençlik ideal bir gençliktir. Aynı zamanda kendisine muhalif olan hayat tarzını da Sünnet’i yaşayarak reddeden bir gençliktir. Yani ideal gençlik hayatı Müslümanca kurmaya yönelik bir eylem içerisindedir. Sünnet’in önemi de amelle ilgilidir; hayat dediğiniz amelin kendisidir. Bir hastayı mı ziyarete gidiyorsunuz; bulun bir kitaptan öğrenin; Efendimiz (a.s.) bir hastayı ziyarete giderken nasıl davranırdı? Eğitimle ya da sağlık bilgisiyle önerilen hastayı ziyaret tarzına karşı siz de burada kendinize ait bir hasta ziyaret tarzını yeniden keşfedin. Bir akraba ziyareti için de söylenebilir bu veya bir yaşlı ziyareti için de söylenebilir. Yani ne derseniz deyin, sadece ziyaretle de sınırlandırmayalım… Bu hayat bence ancak böyle yeniden neşvünema bulabilir. Müslüman, sadece vahyi okuyarak hayatı yeniden İslamlaştıramaz, Müslümanların bence büyük çoğunluğunun yanılgısı budur. Bazıları vahyin yani teorinin kolayca pratiğe dönüştürülebileceğini sanıyorlar. Bence bu çok büyük bir yanılgıdır…
Burada; “Peygamber niye vardır o zaman” sorusu anlamlıdır. İşte peygamber tam da bunun için vardır. Mesaj getiren değildir sadece; aynı zamanda o mesajı beşerin amelleri için düzenleyen birisidir. Zaten hayatı kurmak ne demektir? Onu amel olarak yaşamak değil midir? Ne zaman ki sizin düşünceleriniz amele dönüşür, işte hayat dediğiniz sosyal gerçeklik budur. Başka türlü ben bir çıkış yolu göremiyorum. Sünnet işte bu amelî boyuta karşılık gelmektedir. İmam Şâfi; “Efendimiz’e verilen hikmet onun sünnetidir” diyor. Ben buna canı gönülden katılıyorum.
O halde gençliğin Sünnet’e yönelmesi hikmete de geri dönmesi anlamına mı geliyor?
Modern dönem hikmetin reddedildiği bir dönemdir. Modern uygarlık hikmeti bir hurafe olarak kabul etmiştir. Bugün modern bilim/bilgi, aslında kendisini hikmet dediğimiz şeylerden ayıklayarak ortaya çıkartmıştır. O yüzden de modern uygarlıkta hikmet boyutu diye bir şey aramayın. Yok, öyle bir şey… Bilhassa modern birey -ki birey onlara ait bir kavramdır- hikmete karşı tavır almış ve ahlaktan kendini arındırmıştır. Bu bakımdan ben bilimsel bilginin Müslümanlar için kullanışlı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu bilgiyi meşrû da kabul etmek doğru değil. Çünkü ahlaktan arındırılmış bir bilgi insanî boyutunu kaybetmiş bir bilgidir. Müslüman zihnin dönüştürülmesinde ona bu tür bir bilginin yüklenmesinin payı büyük olmuştur. Onun için dünyaya Müslümanca bakamamaktadır. Ya da kısmen bakmaktadır, hepsi bu… Bu da Müslüman bir toplum ve Müslümanca bir bilgi oluşması için yeterli değildir. Klasik kaynaklar bence hadiseleri kavrama ve değerlendirme noktasında bugünkü Müslümanlardan çok daha Müslümanca bir bilincin mahsulüdür. Bu bakımdan hikmete ulaşmak istiyorsak bu kaynaklara da dönmemiz gerekmektedir. Diğer taraftan hikmet lütfedilmiş bir şeydir. Yani öyle mücadele ederek elde edilen bir şey de değildir. Siz bir çaba sarf edersiniz ama Allah bunu size lütfeder. Dünyaya hikmetli bakmak öyle kolay bir şey de değildir. Eğer bu hikmetli bakış kabiliyetini kazanmamız hayati bir mesele ise –ki öyledir- bizim yeniden o klasik kaynaklara dönmemiz, yeniden o döneme dönmemiz, o günün Müslümanları nasıl dünyaya baktılar, hadiseler karşısında nasıl düşündüler; bunu tespit etmemiz gerekir. Biz hayata bakarken onlarla aynı kaygılarla mı bakıyoruz yoksa zihnimiz dönüştüğü için farklı mı bakıyoruz; bu da çok önemlidir.
Hikmet deyince aklımıza “İlmin kapısı Ali’dir” hadis-i şerifi aklımıza geliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biliyorsunuz Hz. Ali (r.a.) çocukluğundan beri Efendimiz’in yanındadır. O işin hikmet boyutunu kavramış birisidir. Diğerleri de elbette ki onlar da kavramışlardır. Elbette ki biz de hikmeti Hz Peygamber’in yanında onun terbiyesinden geçenlerden öğreneceğiz. Diyor ya hani; “Hakikat bir noktaydı onu cahiller büyüttü”. Şimdi bu kadar hikmetli bir sözü acaba kaç kişi söyleyebilir? Nehc’ül Belâga’yı okuduğumuzda anlıyoruz ki gerçekten de bir peygamber terbiyesinden geçmeyen birisinin böyle lafları söylemesi mümkün değildir. Fakat bizim tarihten getirdiğimiz bir tuhaflığımız var. Hz Ali’yi bilerek veya bilmeyerek ihmal ettik gibime geliyor. Şimdi soralım kaç kişi Nehc’ül Belâga’yı okudu? Gönül isterdi ki bu genç nesil onu okusun, yani hepimiz onu okuyalım. Bir defa değil birkaç kere okuyalım. Dolayısıyla bugün bizim batıda bulmamız asla mümkün olmayan o hikmetli bakışı, o tefekkürü onda bulabiliriz.