
Bizler kahraman bir ecdadın ahfadıyız. Soyumuz kahraman, geçmişimiz kahramandır. Kahramanlık, millet olarak mesleğimiz ve meşrebimizdir, çünkü bizde ne düşman ne de hain bitmez. Biz, dünyayı ve hayatı aşan bir davanın temsilcisi olduğumuz günden bu yana bu böyledir. Bizler Allah’ın dinini yüceltmek, iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek vazifesi ile hayatın üstüne yürüdüğümüzden bu yana ismimiz kahramanların yanına yazılmış, düşmanımız ve hainimiz de batılın ve şeytanın dostu olarak karşımıza yerleşmiştir. Bu böyledir diye şikayet edecek değiliz; tam tersi, bu şerefi hissedip, hissettirmenin tatlı heyecanı içindeyiz. İşte GENÇ’imize bu sene abone olacak okuyucularımıza vereceğimiz “İslam Mücahidlerinden 365 Kahramanlık Tablosu” bu niyetle hazırlanmış bir şan ve şeref tablosudur. Bu kitabı okuyup da yüreği kabaran her gencimiz, kendisiyle Allah’ın razı olacağı, ecdadının iftihar edeceği ve zalimin kahrolacağı bir kahraman adayıdır. Düşman güçlüymüş ne gam, bizde kahraman bitmez.
EZAN SESLERİNİN DEVAMI İÇİN
Kurtuluş Savaşı yılları... İznik’le Mekece arasındaki bir mevkide Hâlit Paşa kuvvetleri yeni bir savaşa girmenin hazırlığı içinde bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmaktadır. Yoklama yapıldıktan sonra heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazilet sembolü, sarığıyla kır bir atın üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi meydana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at üstünde dolaştıktan sonra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruhlara rahatlık, heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı: ”Askerler! Kardeşlerim! Mübârek dinimizin ana şartlarından biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla mübârek Kâbe’ye gittikleri zaman orada “Hacerü’l Esvede” yüzlerini, gözlerini sürmek sûretiyle onu öperler. Çünkü Hacerü’l Esved Cenâb-ı Rabbülâlemin tarafından Cennet’ten gönderilmiş mübarek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla muvaffak olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analarımız, güngörmüş babalarımız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü’l Esvedi öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağrına basacaktır.
Siz bu mücadelede ölürseniz “şehît”, kalırsanız “gâzi” olmak sûretiyle cennet-i âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü’l-Esved gibi bu mazlûm milletin mukaddesâtına dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, -354- 365 Kahramanlık Tablosu 662 nurlu ve açık alınlarınız gibi bahtınızı da açık eylesin ve yarın rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin iltifât ve şefâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfu ihsân buyursun. Sizleri, İslâm’ın bin yıllık vatanı olan bu topraklarda ezan seslerini devâm ettirecek bu savaşın gâlibiyetiyle şereflendirsin.” Ali Rızâ Acara Efendinin böylece devâm eden heyecanlı vâzı sonunda erlerden yedi kişi aşırı heyecan sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taarruzda erler, kükremiş arslanlar gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında idi. Cenâb-ı Hakk’ın yardımı ile düşman püskürtüldü.
“GİT GÖRDÜKLERİNİ KRALINA ANLAT”
Viyana seferine çıkan Osmanlı ordusu, Budapeşte önlerine gelmiş, şehri kuşatmıştı. O gün, civarda dolaşan bir yabancı yakalandı ve doğruca Veziriazam İbrahim Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. İbrahim Paşa adama Hırvatça sordu: “Sen kimsin?” “Kralım Ferdinand’ın subayıyım efendimiz.” “Demek casusluk niyetiyle geldin. Ne öğrenmek istersin?” “Vazifem, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı.” Normal şartlarda yakalanan casus, genellikle öldürülür ya da en azından hapsedilirdi ancak bunun yerine İbrahim Paşa gülerek: “Var istediğin bilgiyi topla” dedi ve emir subayına dönüp, casusa istediği her şeyin gösterilmesini emretti. Alman subayı böylece âdeta misafir muamelesi gördü. Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaştı, askeri birlikleri inceledi. Sonra tekrar huzura çıkarıldı. İbrahim Paşa onu salıverirken: “Haydi git” dedi “Gördüklerini kralına anlat!... Anlat ki karşısındaki ordunun yenilmez olduğunu anlasın ve bu savaştan vazgeçsin...”
DÜNYA TARİHİNDE BATIRILAN İLK UÇAK GEMİSİ
Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul dünya savaş tarihinde bir ilk olan, 7.7 inçlik dağ bataryasının bir uçak gemisini 36 dakikada sulara gömen komutu verişini şöyle anlatıyor: “Türk askeri cenge hazırlanıyordu. Biraz sonra kopacak kıyametin heyecanı ile benim de yüreğim çarparken; gözüm batarya dürbününün adesesinde, düşmanı seyrediyordum. Meis, güzel bir Pazar gününün neşeli havası içinde tatilin zevkini sürüyordu… Bizim taraftaki harekât ve gürültü gittikçe sükûn buldu. Herkesin kulağı, bir ağızdan çıkacak keskin bir kumandayı bekliyor. ‘Ateeeş!…’ Nihayet saat 13.25’te aylardan beri karşısındaki yabancı çığlıklara dişini sıkıp susan dört ağız birden alev kusmaya başladı… Mustafa Ertuğrul kumandasındaki topçu bataryasının batırdığı uçak gemisi 120 metre boyunda, saatte 24,5 mil hız yapan ve altı uçak taşıyan İngiliz bandıralı Ben My Chree’dir! Birinci Dünya Savaşı’nı anlatan tarih kitaplarında, Ben My Chree, tek cümle ile yer alır: “Batırılan ilk uçak gemisi” Hem de 7,7 inçlik, dört cılız “sahra topuyla!
DÜŞMANINA BİLE MERHAMETLİ KAHRAMANLAR
Çanakkale Savaşları’nda savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: “Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam, savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık: “Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?” Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi: “Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun, ana- sının yanına dönsün”. Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler…”
Fransız Generali BRIDGES, Çanakkale Savaşları komutanı.
“BENİM GÖZLERİM GÖRECEĞİNİ GÖRDÜ”
O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok ha- sara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti. Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip “Ne var evlat?” diye sordu. Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu. “Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?” O zaman nefer tok sesiyle ” Üzülmeyin efendim” diye cevap verdi. “Benim gözlerim göreceğini gördü” Düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket edemez hale getirilmişti. Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu...
DÜŞMANIN MERDİ
Elian Cambell adlı İngiliz, hatıratında Çanakkale’de yaşanan bir hadiseyi şöyle nakletmektedir: “Ateşkes sırasında Türkler şehitlerini gömüyorlardı. Arkadaşlarımızdan birkaç kişi gönüllü olarak onlara yardım etmek istedi ve bu korkunç görevde dost ve düşman iş birliği yaptılar...” Bu sırada yapılan konuşmalarda açlığını hissettiren bir Mehmetçiğe, bir Avustralyalı asker sığır eti ve bisküvi getirdi. Sonunda görev tamamlanmıştı. Her iki tarafın da askerleri siperlerine çekilmiş bekliyorlardı. Birkaç hafta sonra Avustralyalı askerler Türk siperlerine karşı büyük bir saldırıya geçtiler. Mücadelenin şiddetli bir anında Avustralyalı bir asker ağır şekilde yaralanarak Türk siperlerinin yakınına düştü. Yaralı asker acılı bir şekilde can çekişmeye başladı. Bundan sonrasını ise Cambell şöyle anlatıyor: “Mermi yağmurunun ortasında bir Türk, siperden fırlayarak yaralı askerimizi sırtına aldı ve bizim hatlara doğru taşımaya başladı. Türk, sırtındaki Avustralyalı ile birlikte yaralanmadan siperlerimizin korkuluklarına ulaştı ve sırtındaki arkadaşımızı kıyıdan aşağıya yavaşça bıraktı... Sonra bu Türk kendi hatlarına doğru yöneldi. Fakat birçok yerinden yaralanıp yere düşmeden önce ancak üç ya da dört adım atabilmişti. Ve oracıkta şehit düştü. Yaralı Avustralyalı, aç Türk’e sığır eti ve bisküvi getiren askerdi. Onu sırtında siperlerimize taşıyan Türk, onun kumanya verdiği askerdi.”
“BROKEN HILL SAVAŞI”
Kul Mehmet yabancısı olduğu ülkede kendine bir iş bulamayınca kendi işini kurmaya karar vermişti. Yaptığı tek tekerlekli arabayı kırmızı ve beyaz renklere boyadı. Bir de ay yıldızlı bayrak astı önüne. Bir kenarına “Türk dondurması” yazılı arabası ile sokakları gezmeye koyuldu. Bir yandan da Türkçe olarak “Kaymaklıı” diye bağırmaktaydı. Kasap Abdullah Bey de, Kul Mehmet gibi Avustralya`nın Silver City kentinde yaşamaktaydı. Bu ikisini bir araya getiren, Osmanlı`nın İngiltere`ye savaş ilan etmesi oldu. Bu iki kafadar, savaş çıkınca ülkelerine dönmek istediler ancak yolların kapalı oluşu bahanesi ile geri çevrildiler.
1915 yılının ilk günü, Anzaklar`ın Çanakkale`ye çıkarma yapmalarından yaklaşık dört ay önce, hınca hınç dolu bir tren Broken Hills Boğazı’na geldiğinde, makinist yolun bir araba ile kesilmiş olduğunu görerek yavaşladı. Arabanın üstündeki ay yıldızlı bayrağın ne anlama geldiğini düşünürken bir kurşun yağmuru başladı karşı tepeden. Makinist treni geriye doğru hareket ettirirken vagonlardan insan iniltileri yükselmekteydi. Olay yerine gelen polis açılan ateşin şiddetinden tepede en az bir bölük asker olduğunu düşünüp, eyalet kuvvetlerini yardıma çağırsa da bir sonuç alınamadı ve askeri birlikler yardıma koştu. Nihayetinde tepe düştü ve Anzak askerleri Kasap Abdullah Bey ile Dondurmacı Mehmet`i on metre ara ile can- sız yatarken buldular. Sıkı sıkıya sarıldıkları boş tüfekleri zor alındı ellerinden. “Diğerleri kaçmış” denilerek büyük bir arama başlatıldı bölgede. Avustralya ordusu, iki insan tarafından durdurulduğuna inanamadı bir türlü ve bu iki Türk`ün arkasında Almanların olacağı düşünülüp, bölgedeki göçmen Alman dernekleri basılıp yağma edildi ancak bir sonuca varılamadı…
Dondurmacı Kul Mehmet ve kasap Abdullah Bey`in, Çanakkale hezimetinin habercisi olan direnişi resmi Avustralya harp tarihine “Broken Hill Savaşı” adıyla yazılır!
ALDIĞIMIZ FİYATA
27 sene süren kanlı savaşlarla alınan ve uğrunda 50.000’den fazla şehit verilen Girit adasında, tam 200 sene sonra, Yunanlıların ve batılı devletlerin kışkırtmaları neticesinde isyanlar başladı. Hatta yerli Rumlar 2 Eylül 1866 günü adayı Yunanistan’a ilhak ettiklerini ilan ettiler. Bunun üzerine Osmanlı hükûmeti bu isyanı bastırmak için hemen adaya askeri birlikler gönderdi. Bu sırada Paris’te milletlerarası fuar açılışı vardı ve bu münasebetle Fransa İmparatoru III. Napolyon, Sultan Abdülaziz’i de davet etmişti. Abdülaziz Han, bu daveti kabul etti ve Osmanlı tarihinde ilk defa yurt dışına resmi gezi yapmak üzere 21 Haziran 1867 günü İstanbul’dan hareket ederek vapurla Fransa’nın Marsilya şehrine, oradan da trenle Paris’e gitti. Yanında Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa da bulunuyordu.
III. Napolyon, Abdülaziz Han’ı büyük bir merasimle karşıladı. Birkaç gün sonra Sultanın şerefine bir ziyafet verdi. Bu ziyafet esnasında bir ara Fuad Paşa, III. Napolyon’a, Yunanlıların Girit’te alçakça hareketlerinden ve kanlı savaşlardan bahsedince III. Napolyon: “Paşa Hazretleri, başınıza dert olan şu adaya müşteri bulup satsanız olmaz mı?” diyerek nükte yapmaya kalkışınca, Fuad Paşa: “İmparator Hazretleri, bu güzel bir fikir” deyince III. Napolyon: “Öyleyse kaça satarsınız?” dedi. Fuad Paşa, bu suale karşılık, İmparatorun suratına şamar gibi inen şu cevabı verdi: “Aldığımız fiyata Ekselansları...”
BEDİR’İN ASLANLARI
Bedr, kızgın kum düzgünlüğünden ibaret bir saha... Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ordusu bu kızgın kumlukta mevzi aldı. Karşılarında daha evvel gelip mevzi alan kafir ordusu... Su, düşman safının arkasında. İslâm ordusunun ayak bastığı saha ise insanı ve hayvanı içine doğru çeken, yutan bir kuraklık girdabı. İnsan, at, deve, bütün canlılar, dizlerine kadar kumda. Gökte fıkırdayan güneş, yerde sivri kayaların akrep dişleri. Sahabiler arasındaki ızdırap, kum üstündeki kaynar hava, dalga dalga karışmış, göklere doğru buram buram tütmede... Birden ilâhî imdat... Göklerden billur billur boşalan yağmur... Kum, insan, hayvan, taş her şey suya doydu.
Ve cenk başladı. Küfür safından üç kişi meydana atılıp haykırdı: “Er diliyoruz!” Bunların karşısına Medineli sahabilerden, Avf, Muaz ve Abdullah İbn-i Revaha dikildi. Kâfirler öfke ile haykırdı. “Siz kimsiniz? Kim oluyorsunuz? Bizim karşımıza çıkacak...” İslâm mücahitleri isim ve şöhretlerini tek tek sayıp ilave ettiler: “Biz ensardanız! Allah Rasûlü’nün Medineli yardımcılarından.” Kâfirler avaz avaz bağırdı: “Bizim sizinle işimiz yok! Siz bizim dengimiz olamazsınız.” Yüzlerini Peygamber otağına çevirip narayı bastılar: “Bize içimizden, kanımızdan soyumuzdan denk olanları çıkar!”
Allah’ın bütün yeryüzünü ayaklarının altına, bütün gökyüzünü de başının üstüne çekip kendisine topyekûn bağışladığı peygamberler peygamberi, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) mukaddes parmaklarını oynattılar: “Kalk ya Ebû Übeyde! Kalk ya Hamza, kalk ya Ali!” Üç cengaver ileri atıldı ve kâfirlerin karşısına dikildi. Kâfirler usulleri icabı, yeni gelenlere şan ve şöhretlerini sordular: “Siz kimlersiniz?” Üç büyük İslâm kahramanı teker teker şerefli unvanlarını saydılar. Kafirlerden cevap: “İşte tam istediklerimizsiniz, tam bize denksiniz!..” şeklinde oldu. Karşılıklı yürüdüler, kılıçlar pırıltılı kavisler çizdi... Müslüman cenkçilerin en yaşlısı Ebû Übeyde hazretleri. Küfrün en genci Velid ile karşılaştı. Bahadırlar bahadırı Hazret-i Hamza’ya da Utbe düştü... Allah’ın arslanı Hazret-i Ali’ye de Şeybe. Hazret-i Ali’nin (r.a.) kılıcı hasmının silahını mum gibi büken ve eriten hızlı bir nişile her şeyi bitirdi. Kâfirin feryadı dalga dalga yükseldi ve ikiye biçilen bir odun halinde yere yuvarlandı... İslâm ordusunda tekbir sesleri...
Hazret-i Hâmza (r.a.) da Utbe isimli kâfirle karşı karşıya... Kâfir henüz kılıcına davranmıştı ki Hazret-i Hamza’nın şanlı kılıcının yıldırımdan bir gülle gibi beynine indiğini gördü ve bir çürük ağaç gibi yere serildi. Fakat yaşı hayli ilerlemiş olan Ebû Ubeyde (r.a.) Hazretleri, genç hasmı önünde aynı başarıyı gösteremedi. Müthiş bir iman hamlesiyle savurduğu kılıcına, düşmanı kadar kendisi de hedef oldu. Hamle tam genç kâfire geçmek üzere iken Hazret-i Ali ve Hazret-i Hamza, atıldılar bir vuruşta kâfirin işini bitirdiler. Üç azılı kâfir, kanlar içinde ve kum üstünde ruhsuz yatıyor ve çarpık suratları rahmet indiğine inanmadıkları göklere bakıyordu...
BABA OĞULUN ŞEHADET REKABETİ
Câbir (r.a.) ile babası Abdullah (r.a.) her ikisi de Uhud Harbi’ne iştirak etmek istediler. Câbir’in (r.a.) yedi kız kardeşi vardı. Bunları yalnız bırakıp da baba oğul her ikisinin gitmeleri doğru değildi. Lakin çocuklara bakmak için kim geri kalmalıydı. Câbir’e (r.a.) göre babası çok yaşlı, zayıf, nahifti. Ondan cihat farizası sakıt olmuştu. Çocuklara bakmak için Medine’ye dönmeliydi. Babasına göre, oğlu daha küçüktü. Cihad ona henüz farz olmamıştı. Medine’ye onun dönmesi gerekirdi. Vak’a nihayet, Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) bildirildi. Ve Câbir’in babası Uhud Ordusu’nda kaldı. Zaten o: “Ya Rab, son günlerimde bana din yolunda şehit olmak şerefini nasip eyle...” diye sık sık münâcâtta bulunuyordu. Abdullah’ın bu duası kabul olduğu içindir ki Uhud’da şehit oldu. Onun şehâdeti üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri: “Cenazesi kaldırılıncaya kadar melekler onun al kan içindeki cesed-i mübareğini kanatlarıyla gölgelendireceklerdir” buyurdular.