Çok sevilip de başkalarından kıskanılan şarkılar, filmler, kitaplar gibidir Nazan Bekiroğlu. Herkesin görmesine gerek yok der okurları ve onu sadece en sevdiği insanlara tavsiye eder. Biz de okuyucularımızdan saklamayalım dedik bu hazineyi, bize zaman ayırdığı için teşekkürlerimizi sunup merak ettiklerimizi en çok ta son kitabı ‘LÂ’ yı soralım dedik.
Öncelikle bize zaman ayırdığınız için Genç Dergi adına teşekkür ederim. Son kitabınız olan ‘LÂ’ üzerine bir söyleşi olsun istedik ama onun arasına merak ettiklerimizi de iliştirdik.
Ben de teşekkür ederim. Çünkü söyleşilerin kaderi var, bazı söyleşilerde yazanın dili tutulur, bir an önce bitse, denir. Bazılarında da yazanın dili çözülür, keşke daha çok sorsalardı, denir. Bu kez de öyle oldu. Yazan birisi için yazdıkları hakkında konuşmak, konuşulmak bir bakıma anlaşılmak demektir. Bundan daha çok ne mutlu edebilir ki kalem erbabını? Bu nedenle bir kez daha benden; kalbî teşekkür.
Yazmak için bir serüven demek doğru olur sanırım; uyutmayan, yük olanı kâğıda dökmek… Sizin yazma serüveniniz…
Yazma serüveni o kitabın günlüğüdür. Aslında bu serüvenin bende nasıl oluştuğunu pek bilmiyorum, desem bana inanır mısınız? Cam Irmağı Taş Gemi’yi nasıl yazdığımı hatırlamıyorum örneğin. Yani o hikâyelerin yazılışına uzaktan baktığımda beni de içinde gösteren bir fotoğraf oluşmuyor gözümün önünde. Fakat kestirebildiğim kadarıyla yazma serüveninde her şey “bir şey” ile başlıyor. Ya yıldırım gibi aniden düşen ya da zaman içinde olgunlaşıp yine bir yıldırım yalımına dönüşen bir şey. Yazmazsanız sizi rahatsız edip duracak. Yani yazmamak gibi bir tercih hakkınızın ortadan kalktığı hal. Okyanus istiridyesinin, kum tanesini örüp inciye çevirmesi gibi bir süreçtir bu. Ya da yapraklarına yıldırım isabet eden lalenin bağrının yanması gibi. Doğrudan Lâ üzerinden konuşursak, şimdi yirmi yıllık bir düşünce zeminine, beş-altı yıllık da fiili bir yazma sürecine yayılmış Lâ serüveninde en büyük pişmanlığınız nedir, diye sorsanız, bir Lâ Günlüğü tutmamışlığımı bu sürecin en önemli hatırası olarak öne sürebilirim. Çünkü metnin dünyasına, onun dramatik akışını bozacağı, onu ağırlaştıracağı endişesiyle gereksiz bulup da yerleştirmediğim o kadar çok kelam oldu, o kadar çok sayfa çıkarıp attım ki. Sonra böyle bir metni kaleme alırken yolumun nerelere uğradığı, örneğin bir kitabın, bir cümlenin arkasına nasıl düştüğüm, yeni bir bilgi, mevcut bir bilgi kalıbının temelinden sarsılması, çökmesi tecrübelerim, mukayeselerim, seyahatlerim filan. Bütün bunların anlatılması iyi olurdu ve böylece bu süreci ben de daha iyi hatırlayabilirdim.
‘İsimle Ateş Arasında’ romanınızdan sonra bir hikâye okuduk ve ardından ‘LA: Sonsuzluk Hecesi’. Bir serüveni var mı yoksa hep bekleyen biriktirilen bir roman mıydı?
Halide Edip’in yirmi bir romanını doktora sürecimde okuyup incelediğimde hep aynı şeyi anlatıyor demiştim: O da kendisi. Neticede çok damıtılmış bir okuma (hayatı birebir gerçekleriyle yazarın metninde aramaktan farklı bir damıtmadan bahsediyorum burada), bize yazarın hayatını bir cümle halinde verebilir. Buradan baktığımızda bütün yazdıklarımdan birebir hayat ölçeğinde değilse de damıtık bir yorum kapsamında çıkarılacak cümle evet elbet benim hayatımı verir. Lâ’nın serüveni budur. Sadece şunu örneklemek bile yetebilir. Lâ’ ya değin aşk üzerinde çok mürekkep tükettim ve hep aşkın ne olduğu, dolayısıyla hangi kıymetlerin üzerinde durduğu gerçeğiyle ilgilendim. Fakat Lâ’da ve umarım bunda sonra, artık aşkın nelerin üstünde değil hangi kıymetlerin altında durduğu ile ilgiliyim. Bir bakıma artık onun ne olduğu değil ne olmadığı beni ilgilendiriyor. Gün gelip belânın aşktan daha büyük olduğunu fark eden birisi yeni sözler söylemek mecburiyetindedir.
‘Hikâyenin ismi düştü dilime bir gece: LÂ…’ Her şeyi geride bırakan bir şeyle başlıyorsunuz romana, buna arınmak, sıfırdan başlamak denebilir mi?
Arınmak, insanın kendisine kıymet atfetmesidir, çünkü gerçekleştirilmesi yürek ister. Böyle büyük cümleler edemem, korkarım. Arınmak diyemesem de buna niyet ve gayret ettiğim söylenebilir. Kendinden azı olmayan öyle bir yanar ki âhının dumanı göğe yükselir. Bir bakıma Lâ yok olmak isteğimin de itirafıdır.
Kahramanlarınıza ve hikayalerinize baktığımızda Kur’an kıssalarına bir sığınış görüyoruz. Beslendiğiniz bir yer diye bilir miyiz Kur’an için?
Elhak öyledir. En fazla da öyledir. Öyle olsun inşallah.
Mesneviye yakın bir akıcılık var romanlarınızda? Bunu anlatacak bir tarz var mı?
Terimsel olarak bir isim koymak gerekirse hayır edebiyatımızda ne yazık ki henüz böyle bir terim yok. Fakat Lâ’nın yazılış süreci gibi yayımlanışından sonra da hem beni hem dikkatli gözleri (sorunuz, sizin de bu dikkate sahip olduğunuzu gösteriyor) en fazla ilgilendiren meselelerin başında onun bir tür olarak mesnevi ile roman arasındalığı geldi. Yani ne tam roman (çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla batılı ve modern değiliz) ne de tam mesnevi (şimdi artık tam doğulu ve gelenekten de değiliz) olan bu metin bende bir eksiklik kadar bir ihtiyacın da ifadesi olarak biçimlendi. Öyleyse bizim bir şeye ihtiyacımız var. Kuran’dan beslenen, beslenmesi gereken kendi yaşam felsefemizin, sosyal hayatın bizi getirip attığı şu iki cihan arasında kalmışlığımızın edebiyatta örgütlenmesi ihtiyacı bu. Bu oluşurken iki damardan akılması gerektiğini düşünüyorum. Yani içerik olarak o ihtiyacın o felsefenin cevaplanması, o boşlukların dolması gerek. Fakat çok önemli bir şey daha var ki o dilin de tespit edilmesi ve kullanıma sokulması gerek. Bu türün ismi ne olur? Yeni bir isim olmaz belki. Benim arzuladığım gibi yeni bir tür ihdas edilmez belki. Ama mesnevi belli ki romanın dünyasında kendisine bir yer açmaya uğraşıyor ve bu azımsanmayacak bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Mesnevi-roman diyelim şimdilik. Benimle aynı ihtiyacı hisseden kalemlerin varlığının farkındayım. Bu ihtiyaçta yalnız olmadığımı ve bu ihtiyacın giderek hem zihinsel hem coğrafi anlamda bir kader gibi, tarih boyunca batıya akmış Müslüman Türklerin kendi varlık felsefelerini belirleme uğraşılarıyla iç içe olarak büyüyeceğini, bilinçleneceğini sezebiliyorum. Bu, bence iyiye alâmet.
Başlama anı sancılıdır bir yazar için, bitirmek nasıl? Lâ’yı bitirirken mutmain kalktınız mı başından?
Mutmaine, benim için bilmek halidir. Cennet tasavvurum bilmek eylemiyle iç içedir. Yani cennet bir bakıma şimdilik akıl, fikir, kelam, tahayyül erdiremeyeceğimiz bütün zenginliklerinin yanı sıra bu dünyaya ilişkin bir bilmek boyutunu da içerir benim için. Bilmek. Her şeyi bilmek. Bu, insani bir oluştur da. Âdem’in cennet meyvesinden yemesi de ebedi bilgiye ulaşmak için değil mi şunun şurasında, tefsirlerin bir kısmına bakılırsa? Söylemek istediğim şu, hayır, Âdem metni yazmaya kalkışan birisi hiçbir zaman tam anlamıyla mutmain olamaz. Çünkü insanın temel gerçekliğini içeren bu hikâye, insan cinsine daha başlangıcında bazı sayfaları kapalı olarak verilmiştir. Ancak bu bilgiye bir daha bir daha varabilmiş olmam, yani bilebileceğimin bir noktadan öteye geçmeyeceğini bir daha bilmek bile bir mutmaine alanı doğurdu benim için. O kadar. Daha fazlası yok, çünkü olamaz sıradan insan cinsi için. Sonrası kelimeye dökülmez, anlatılmaz ancak belki hissedilebilir o da velilerin hakkı ve hakikatidir. Bana, bundan fazlasını bilemeyeceğimi bilmek, aklın ukalâlık alanları içine girmeme terbiyesine erişmiş olmak bile yeter, yetsin.
İnsan olmanın ilk şartı gibi geliyor bana empati. O zaman sadece karşımızdaki insanın değil, kurdun kuşun, dağın taşın, börtü böceğin ve kör atın da neler hissettiğini fark ederiz, kendimiz için istemediğimizi başkası için de istemeyiz.
-Bitti- yazılınca biter mi anlatılanlar. Artık onun üzerine söylenecek ne kalmıştır?
Çok şey kalır. İyi ki de kalır. Çünkü ondan sonra metin büyür. Hem okuyucuda hem yazanda.
Yazarların geneli yalnızlık olgusundan bahseder. Onlar için birer nimettir. Bunu farkında olduğu için kendi kendini yanlızlaştırabilir. Sizde nasıldır bu?
Ben, şükür, demeliyim galiba ki, istemediğim kadar yalnızlığa bir o kadar da zamana sahibim.
Yazarların mekânı olarak hep İstanbul bilinir. Sizin için İstanbul ne ihtiva eder?
Şu an fazla bir şey ifade etmiyor. Diyebilirim ki şimdi artık benim için Hakkâri de İstanbul da Trabzon da bir. Bir bakıma, mekân duygusunu yitirdiğim söylenebilir.
Gitmek istediğiniz, hayalinizi süsleyen bir şehir?
St. Petersburg, Lüxor (Mısır). Bunlardan Lüxor’u gördüm zaten. Fakat her ikisi için de şöyle bir kayıt var ki ikisinin de imajı ile gerçeği birbirinden farklı. Ben onların gerçeğini de görmek ama imajlarına sığınmak isterim. Zaten ben hep böyleyim. Her şeyin imajıyla gerçeği, cennetiyle dünyası arasında bir türlü tutunamam, kaybolurum. Yok olurum. Üstelik imaj mı gerçek mi ben mi suçlu, onu da bilmem. Neyse asıl mevzua dönersek, belirtmek isterim ki gitmek istediğim Petersburg da, gittiğim ve bir kez daha gitmek istediğim Lüxor da bu zamanın değil, eski zamanların şehirleri. Yani bana artık mekânsal değil zamansal yolculuklar lazım. Ama şu var ki, bugünün bilinciyle olmalı bu seyahatler. Diyorum ya bunlar ancak cennet düşleri. Ama bu dünyada çok istediğim bir şey daha var: Okyanusu görmek. Yahya Kemal’in Açık Deniz şiirindeki gibi, birdenbire, onunla aniden burun buruna gelir gibi, uzun dalgaları kumsalı ardı ardına döven ve uğultuları dinmeyecek gibi duran Okyanus’la karşılaşmalıyım. Bu azameti henüz görmedim. Nil nehrini ilk gördüğümde benzer duyguları yaşamıştım. Şimdi okyanusu bekliyorum. Çünkü çağırıyor.
Yazmak istediğiniz, şu konu ilgili kesinlikle yazacağım dediğiniz neler var?
Bu çapta bu biçimde bu hacimde hiçbir şey yok. Âdem’e kadar giden birisi kendini çapını kıramadıktan sonra bundan sonra artık nereye gidebilir ki? Birkaç küçük denemenin dışında bir daha bir şey yazamam zannediyorum. O fasılda da “Ben de Bu şehirliyim” üst başlığı altında çilekeş kentim Trabzon’la ilgili bir şeyler, biraz anı gibi, kaleme almaya başladığım bir dosya bilgisayarda çoktandır açılmış durumda. Ben şehzade sancağı, eşraf kenti Trabzon’un her biri bahçeli evlerine yetişen son kuşaktanım. Benden sonra bu evler de bu yaşam da yok oldu. Trabzon bahçesini kaybeden şehirdir. Bu bahçeyi ona hiç olmazsa zihinsel düzlemde geri vermek gerekir. İşte ben, bir imparatorluk bakiyesi olarak yıldızı giderek düşen, âdeta yıldızı birisinin elinde çekilen bu Trabzon’un pek çok manzarasına tanığım. Annemle, ben küçükken gittiğimiz konaklardaki hanımlar, o teşrifat, o zihniyet, o algı tarzı. Babam üzerinden iklimini yaşadığım manifatura mağazalarının kumaş kokusu, ilkokulumun çınar ağaçlarıyla dolu bahçesi (şimdi beton döküldü), taşrada bir ser-muharrir olan babamın gazeteci çevresi, merkez basınıyla olan ilişkileri vs. Bunları yazmak isterim. Ve bu yazışı, elli yıldır onu terk etmemekle ona hizmet etmekle birlikte (sevmenin ölçüsü hizmet değil mi) sokaklarında biraz da yabancısı gibi dolaştığım kentime ödenmesi gereken bir vefa borcu olarak görüyorum. Bunu seve seve yapmak istiyorum. Bu, belki de onu terk etmeyen seyyahın kendi kentine dönüşünün hikâyesi olacak. Trabzon diyince içimi büyük bir hüzün kaplıyor.
Hayranı olduğunuz, hayatını beğendiğiniz sahabe…
Hayranı olmak hayatını beğenmekten de öte gözleri kamaşmak, soluğu kesilmek diyelim. Bu sima önce Hz. Hatice gibi geliyor bana. Onun koruyucu eli, şefkati, aşkı, bütün bir İslâm ümmetini şahsında temsil eden ilk Müslüman olarak Hz. Peygamber’in arkasında tek başına saf tutuşu. Ama Hz. Hatice, desem bu kez aklım Hz. Aişe’de kalıyor. Onun on sekiz yaşına kadar dünyevi güzelliği, aşkı bütün cazibesiyle kendi erkeğinde yaşaması ve yaşatması, lâkin on sekiz yaşından sonra bütün gençliğine rağmen aşkın da üzerinde seyreden yolu, yani olgunluğu. Hz. Aişe dediğimde de bu kez aklım yine Hz. Hatice’de kalıyor. Fakat Hz. Fatıma dediğimde aklım kimsede kalmıyor artık. Validelerim ve hemcinslerim olan bu üç kadın. Onlar hem saygı hem anlamayla yaklaşabildiğim üç hemcinsim. Fakat ilk ikisinde aşkın ve kadınlığın bu dünya çiçeklerini görürken Hz. Fatıma’da daha aşkın bir nokta yakalıyorum. O, bu dünyalı ama sanki daha yaşarken öbür dünyalı. Mahzun. Dedim ya aşkın üzerinde ne var, artık bununla ilgiliyim.
Çok klasiktir ama insanlar sizi okuyor, siz kimi okuyorsunuz?
Benim artık kendi hacmimin, kendi kapasitemin kaldıracağı binanın temelleri atılmıştır. Okumalarım tamamlanmıştır abartılı bir cümleyle. Yani artık okuyuşlarım ömürsel değil dönemsel. Artık bütün ömrümün eksenini teşkil doğrultusunda köklü değişiklik önerileri içeren, yıldırım gibi çarpan okumalarla karşılaşmıyorum. Sadece mevcut ipliğimi biraz daha bükmeme ya da yumağımı genişletmeme yarayacak kitaplarla karşılaşıyorum. Ömürlük okumalarımdan da çeşitli vesilelerle bahsettim çok kez. Mevlâna ve İbn Arabî başta olmak üzere bütün bir hikmet külliyatı. Ve bütünüyle Rus Edebiyatı.
Genç Dergi olarak gençlere güzel örnekleri vermenizi istesek, siz şu dönemin arayış içindeki gençlerine neler önerirsiniz?
Yani kendi öğrencilerime öğütler verir gibi, öyle mi? Kendi varlıklarının dahası varlık bilinçlerinin yani sorumluluklarının farkında olmaları gerekiyor. Onları bir ottan, taştan farklı kılan bir şey, giderek toplum içinde de farklı kılan bir şey olduğunun farkında olmaları gerekiyor. Çünkü ancak bu farkındalığın neticesinde dönüp dolaşıp bütün insan kardeşlerimizle aynı olduğumuzu idrak ederiz ve sorumluluk duyarız, böyle olmalı. Neticede bizi bütün insanlarla aynı şeyleri hissetmeye sevk eden bir kabiliyet gelişir. Empati. İnsan olmanın ilk şartı gibi geliyor bana empati. O zaman sadece karşımızdaki insanın değil, kurdun kuşun, dağın taşın, börtü böceğin ve kör atın da neler hissettiğini fark ederiz, kendimiz için istemediğimizi başkası için de istemeyiz. Peki, bu nasıl sağlanır? Hele de içinde yaşadığımız bu rasyonalist, pozitivist, pragmatist dünyada, iyiliğin enayilik, özverinin ahmaklık olarak algılandığı, ben’in tek değer olarak sahiplenildiği dünyada ne kadar zor. Okuyarak ve yaşayarak. Düşünerek ve yazarak. Seyrederek ve görerek. Tüketmeyip üreterek. Paylaşarak. Ama her şeyden önce bütün bunların gerekliliğini fark ederek. Pollyannacılığı aşarak. Taraf tutarak, saf olarak, yanarak, mücadele ederek ve en fazla da uğrunda göze alınacak olan ne varsa, göze alarak.