Ömer Faruk Yasin
Abdurrahman İslam… Yaklaşık 40 yıl önce elinde İslam’a dair çok az kaynak varken, Avrupa’da çeşitli ideolojik çatışmaların yaşandığı bir zamanda, üstelik Hristiyan/Katolik inancın merkezi sayılan İtalya’da, Müslümanların varlığı şimdiki kadar rahat kabul görmemişken Müslüman olan bir zât-ı muhterem. Şimdilerde 66 yaşında olan ve hayatının büyük çoğunluğunu Türkiye’de devam ettiren Abdurrahman İslam ile soyadıyla şereflenişini, 1978 yılındaki ilk Türkiye seyahatini, bir yıl sonra Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Efendi ve Mûsa Topbaş Efendi ile görüşmelerini ve hayatını konuştuk.
Müslüman olmadan önce nasıl bir süreç yaşadınız efendim?
16-17 yaşlarında yaratıcının varlığını araştırmaya başladım. Bu yüzden dağcılığa merak saldım. “Acaba mutlak hakikati dağlarda bulabilir miyim?” diye. Ve ben dağlarda Allah’ı buldum.
Nasıl bir hâldi bu?
Sözlerle anlatmak çok zor. Bir gün tek başıma çıktım dağlara. Yanımda sadece uyku tulumu vardı. Her şey bir yere kadar iyiydi fakat hava karardığında ortalıkta ay bile yoktu. Korkudan ölecek vaziyetteyken tulumu sonuna kadar kapattım ve titreyerek beklemeye başladım. Gece yarısı gözlerimi açtığımda, ilk gördüğüm şey yıldızlarla dolu bir gök oldu… Öyle bir ferahlık verdi ki sanki hepsi toplanıp benim gövdeme doluştular. Ben o anda bütün mahlûkat ile sanki tek bir vücut oldum. Allah’u Teâlâ’nın huzurunda buldum kendimi. “Tamam” dedim “Allah var…” İşte tam burada benim araştırmalarım başladı.
Müslüman olduğunuzda kaç yaşındaydınız?
27 yaşında, uzun bir araştırmanın sonucunda Müslüman oldum. İslamiyet’i bulabilmek için Allah dostlarının eserlerini, tasavvuf kitaplarını ve evliya menakıplarını okudum. O vakitler Avrupa’da tasavvufa karşı büyük bir aşk besleniyordu. Daha sonra anladım ki tasavvuf yoluna girebilmek için önce Müslüman olmak gerekiyor. Sonra tabii ki bir mürşid-i kâmile ihtiyaç duymaya başladım.
Aileniz Müslüman olduğunuzu biliyordu değil mi?
Evet, biliyorlardı. Ama tepkileri çok sert oldu. Tıpkı Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zamanındaki gibi klasik tepkiler verdiler: “Nasıl olur da babanın, dedenin dinini reddedebiliyorsun.” “İsa -aleyhisselam- sana ne kötülük yaptı ki onu bırakıyorsun?” Ben de anlatmaya çalışıyordum; “Bana hiçbir kötülük yapmadı, şimdi onu daha çok seviyorum.”
Müslüman olmak gerçekten çok zor bir karar olmuştur sizin için. Nasıl böyle bir karar verdiniz?
Çok zor. Eğer bir kişi için Allah varsa, din değiştirmek onun için son derece zor. Ciddi bir araştırmadan sonra anladım ki bütün dinler İslam’da birleşiyor, yenileniyor, tazeleniyor. Ama yine de eski din ile bir psikolojik bağınız var, sevginiz var. “Ailem ne olacak? Arkadaşlarım nasıl bir tepki verecek?” diye düşünüyorsunuz. Bütün bir çevre etkileniyor böyle bir kararla. Bir de şahsî problemler var: “Bana ne olacak? Nereye gideceğim? Acaba bir iş bulacak mıyım?”
Aileniz Müslüman olduğunuzu öğrendikten sonra ne yaptınız?
İlk olarak Kuzey İtalya’da yeni bir işe girdim. Ailemi terk etmek zorunda kaldım. En büyük sıkıntım beş vakit namazımı aksatmadan kılabilmekti. Namazlarımı kenarda, köşede, gizli yerlerde kılmaya çalışıyordum. Bir gün iş arkadaşlarımdan birisi “Sen sanki gizli bir şeyler yapıyorsun?” dedi. “Eyvah yakalandım” dedim. (Gülüyor) “Ben Müslümanım. Yapmam gereken bazı ibadetler var. Ama sizin nasıl bir tepki vereceğinizi bilmediğim için çekiniyorum” deyince arkadaşımın cevabı benim için ikinci bir şok oldu: “Sen Müslümansan bu senin hakkın. Bizi ilgilendirmez.”
Beni tanıdıktan sonra arkadaşlarım da İslamiyet’e karşı iyi şeyler düşünmeye başladılar. Öyle ki iş yerindeki müdürümle hâlâ görüşüyoruz. Müslüman olmadı ama arkadaşlığımız ileri bir safhaya ulaştı. İlk haccıma onun parasıyla gittim.
MÜTHİŞ BİR İNCELİK BU...
Bu ne demek? Allah Teâlâ siz gerçekten isterseniz, size inanılmaz bir yol açabiliyor. Gayrimüslim bir kimsenin eliyle dahi size yardım ediyor.
Bahsettiğim arkadaşım, her sene hesabını yapar “Ben ne kiliseye, ne de Kızılhaç’a güvenmiyorum. Sadece sana güveniyorum” der ve sadakalarını, zekâtlarını Türkiye’ye gönderirdi. Bunları gönderirken de mübarek günleri tercih ederdi. Sonraları küçük bir kızı oldu. “Akşamleyin yatmadan önce mutlaka senin tercüme ettiğin Kırk Hadis kitabından bir-iki sayfa okuyoruz ve sonra uyuyoruz” derdi. Ayrıca Türkiye’de bir gence ilkokuldan üniversiteye kadar burs verdi.
ROMA MESCİDİNDE BİR ZÂT: “SÂMİ EFENDİ’YE GİT!”
Bir mürşid-i kâmil arayışınızdan bahsetmiştiniz… O süreci anlatır mısınız?
Müslüman olduktan on ay sonra, 1977 yılında bir gün garajdan bozma bir yer olan Roma mescidinde, yaşlı bir İtalyan Müslüman tanıdım. Bu abimiz çok zevk sahibi bir Müslümandı. Aynı zamanda müzisyendi. Ona “Efendim böyle böyle bir niyetim var. Sizin bana önerebileceğiniz birisi var mı?” diye sordum. O zât bana şöyle bir cevap verdi: “Bak Abdurrahman Bey, ben İslam dünyasının hemen hemen hepsini gezdim. Yüzlerce şeyh efendiler tanıdım. Henüz İstanbul’dan yeni döndüm. Orada da çok mübarek zâtlar tanıdım. Ama bana göre dünyada yaşayan şeyh efendilerin en üstünü Mahmud Sâmi Efendi. Bence ondan daha üstünü yok.”
Bahsettiğiniz zâtın Sâmi Efendi’ye intisabı var mıydı efendim?
Hem Sâmi Efendi’ye bağlı değildi, hem de başka bir tarikata mensuptu; üstelik de bağlı olduğu tarikatta vazifeli bir zât idi. Buna rağmen beni Sâmi Efendi’ye yönlendirdi.
MÛSA TOPBAŞ (K.S.) İLE GÖRÜŞME
Peki bu muhterem zâtın tavsiyesinden sonra ne yaptınız?
Tavsiyesi üzerine ilk fırsatta İstanbul’a geldim. Elimde İstanbul’da ziyaret etmem gereken birkaç adres vardı. Ama Türkçe bilmediğim için derdimi anlatamıyordum. İtalya’ya dönmeden bir gün önce elimdeki son adres İskenderpaşa Camii’ydi. Oradakilere “Ben bu adresi arıyorum. Kimse bana yardımcı olmuyor” dedim. Bu kardeşlerimiz bana caminin karşısındaki bir mobilya dükkânını işaret ederek, “Bu abimiz İtalyanca biliyor, size yardımcı olur” dediler. Gittim. Bembeyaz sakallı, çok güzel bir amca vardı dükkânda. Konuştuk, derdimi anlattım. Bana yardım edeceğini söyledi ki kendisi Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’ne müntesipti. Fakat bunu bana asla söylemedi. “Ben Musa Efendi’yi tanıyorum. Çok iyi bir arkadaşım” dedi ve hemen telefonla bir randevu aldı. “Yarın buraya gelin, arabayla sizi oraya götüreceğim” dedi. Böylece ilk dersimi Sâmi Efendi’den değil, o zaman vazifeli olan Mûsa Efendi’den almış oldum.
Musa Efendi ile nerede görüştünüz?
Sultantepe’deki köşkte görüştük.
Yalnız mı geldiniz efendim?
Evet, yalnız geldim.
Nasıl anlaştınız peki?
Yanımızda İngilizce bilen, Pakistanlı, bir zât vardı. Üstadımız ziyaretimizi kabul etti, “Tamam sana ders veriyorum, bu akşam bir öğrenci gelip sana ne yapman gerektiğini anlatacak.” buyurdular. O gece, İngiltere’de eğitim almış bir öğrenci geldi ve ne yapmam gerektiğini anlattı. Ertesi gün İtalya’ya geri döndüm. Böylece ilk defa Türkiye’ye gelişimde sadece Musa Efendi’yi gördüm. Ertesi sene tekrar Türkiye’ye geldim, o vakit Sami Efendi’yle görüştüm.
SÂMİ EFENDİ İLE İLK KARŞILAŞMA
O bir sene nasıl geçti efendim?
Çok heyecanlı geçti. Verilen dersi yapmaya çalışıyordum.
Sami Efendi ile görüşmeleriniz….
Evet, o bir yılın sonunda, yani 78 yılında Türkiye’ye geldiğimde görüştük Sâmi Efendi ile. Konu İtalya ve İtalya’daki hizmetlerdi. Kendileri İtalya’daki hizmetlere çok önem veriyordu, aynı şekilde Musa Efendi –rahmetullahi aleyh- ve şimdi de Osman Nuri Efendi... Osman Efendi ara sıra şöyle söylüyor “Roma fethedilecek!”
Muhtemelen Beylerbeyi civarında büyük bir sohbet meclisi vardı. Yasaklar dolayısıyla senede bir-iki defa gizli bir şekilde sohbet oluyordu. Sâmi Efendi hakkında öyle güzel şeyler öğrenince, büyük bir zat olduğunu bildiğim için düşünüyordum ki fiziki olarak da büyük biri olmalı. (Gülüyor) Sohbetten önce bir zât Kurân-ı Kerim okudu. Tesadüfen bu zat da gerçekten de iri bir zât idi. Ben onu Sami Efendi zannettim. Hâlbuki Sâmi Efendi o adamın yarısı kadar bile değildi, cüsse olarak. Sami Efendi sanki ruhtan ibaretti. Düşünebiliyor musunuz, vefat ettiğinde belki 40 kilo bile değildi. Bir deri bir kemik, ama tam manasıyla bir nur… Çok nadir konuşuyordu. Sükûtu dahi bambaşkaydı. Sohbet meclislerindeki sessizlik hâlini unutamıyorum. Sâmi Efendi’nin sohbetlerinde çok kuvvetli bir feyz ve bereket hâli var olurdu. O sohbetlerin feyzi bana bir sene yetiyordu. Bazı arkadaşlarım, Türkçe bilmediğim için bana sohbeti tercüme etmeye çalışırlardı. Oysa benim tercümeye ihtiyacım dahi olmazdı.
Sami Efendi ile en son ne zaman görüştünüz?
Son defa 1982 yılında gördüm kendilerini, yine bir hac ziyaretinde. Müslüman olduktan sonra rüyalarım kesilmişti. İlk rüyamı 1982 yılında gördüm. Rüyada Sami Efendi Kâbe’nin yanında oturuyordu. Bana gülümseyerek “Gel” diye işaret etti. O zaman anladım ki beni çağırıyor. Böylece hacca giderek son defa görme şerefine nâil oldum. Musa Efendi’nin de kaldığı meşhur evde ziyaret etmiştim kendilerini.
HAYATIM SÜREKLİ MUCİZELER, KERAMETLER İÇERİSİNDE GEÇTİ
Hayatım sürekli mucizeler, kerametler içerisinde geçti. İlk umremin nasıl gerçekleştiğini anlatayım size: Roma’da bir Arap tanıdım. Bu adam Cidde belediye başkanıydı. O bizi misafir etti. Param, hiçbir şeyim yoktu. Niye anlatıyorum bunu? Allah Teâlâ sizin kalbinize bakıyor. Niyetiniz var mı? Var. “Tamam, para benden” diyor. Açık ve net…
PASAPORTSUZ, BİLETSİZ HACCA GİDİŞ!
Bir gün eşim, evde bir mektup buldu. Vakti zamanında Arabistan’dan bir mektup gelmiş ve ben Arapça bilmediğim için bir kenara bırakmışım. Şöyle yazıyordu mektupta: “Sayın Abdurrahman Bey, ben falan kişi. Medine’de bir dükkânım var. Hatırlıyor musunuz siz şu tarihte bizi ziyaret ettiniz, sohbet ettik daha sonra dükkânımı terk ettiniz. İnşallah siz bu mektubu okuyacaksınız. Çünkü dükkânımı terk ettiğiniz gün cüzdanlarınızı, pasaportlarınızı, uçak biletlerinizi her şeyinizi burada unuttunuz. Fakat kusura bakmayın benim ihtiyacım vardı, bu sebeple cüzdanınızdan bir kısım parayı kullandım. Siz gelince iade edeceğim.” Oysa ben hiçbir sıkıntı görmeden Türkiye’ye nasıl girdim? Bunu bilmiyorum!