
Bir Meksika sınırı lazım her memlekete Meksika’nın kendisine de... (M.Efe)
Meksika sınırı... Seyircisini ekran karşısından kafaları karışmış olarak kaldıran program. Başlarda beni rahatsız ettiğini itiraf etmeliyim. “Sonraları bu kafa karışıklığı iyi bir şeye benziyor” dedim. İsmet Özel`de fetvayı vermiş zaten “karışık kafa çalışmayan kafadan iyidir.” şimdilerde kafası karışık bir adam olduğumdan memnuniyet duyduğum bile söylenebilir. Bu memnuniyeti getiren şey şey neydi acaba? Bir tv programı insanın özüne ait duyarlılıkları harekete geçirebilir mi? Bu cümlenin koordinatları insan ve onun gündelik yaşamı arasında saklı.
İnsanlar sabahları işe giderken teslim olmuş bir algıyla yürüyorlar sokakta. Kafalarına tıkıştırılmış, iğdiş edilmiş bir sürü yaşanmışlık tortuları içinde adeta dünyaya tahammül etme gayreti sarf ediyorlar. Bu gayretin verdiği yorgunlukla akşam evlerine döndüklerinde kendilerini ekran karşısına atıyorlar. İnsan yaşamına bu kaos düzenini getirenler, insanı çalışan bir hayvan olarak görenler her şeyi birbiriyle bağıntılı hale getirmişler sanki... Rahatlamak için TV`yi açıyoruz, yaşayamadığımız hayatların hayaline dalıyoruz o kutu karşısında çoğu zaman. Selahattin Yusuf, Tarık Tufan ve İsmail Kılıçarslan bizi bu hayal dünyasından uyandırıp “hadi gidiyoruz” diyorlar, sınıra...
Humeyni`nin devrim günü yaptığı büyük konuşmayı dinliyoruz giderken, hemen bitiminde Sezen Aksu çıkıyor sahneye. Ahmet Kaya, Dino Merlin... Bir izleyici “Sınıra kaçıyorum çünkü Batman`da hayat yok.” diye mail atıyor. İşte doğu insanının dip sesi bu. Gitmek istiyor, gitmek. Oysa ışığın doğduğu yerde... I-şık, bu cümle de çok şık oldu bu durum için. “Karnım doysun kalayım burada” diyecek, biliyorum, haklı değil mi? O doğu insanının, Sezai Karakoç`un yüzüne baktığımda toprağa bakar gibi oluyorum. Küçük taşra çocuğu görüntüsü yüzünün kenarına gelip ilişiveriyor. “Bir yol bulmalı ya da bir yol açmalı.” Her yer Kerbela oluyor sonra, her yer Kerbela... İşte bu renkte, bu kıvamda hislerin bizi gelip bıraktığı bir mecra sınır. “Sınır” diyorum, çünkü TV programından öte bir algılayış veriyor insana. “Aradan cam kalkıyor.” Yusuf Kaplan`ın deyimiyle. “Camı kıracak, perdeyi yıkacak ve izleyiciyi metne doğrudan müdahil edecek bir ruh üretmesi, televizyona üçüncü ve dördüncü boyutları da katan yeni bir dil üretmesi.”
İslamcısından sosyalistine, liberalinden tutun anarşistine kadar, profil o kadar geniş ki izlenmede. Bir internet blogunda rastlamıştım, kısaca “o üç adam keşke bizden olsa” diyordu. Özgünlüğü sağlayan tepki tam da bu. Orada, o üç adamın kurduğu dili herkes sahipleniyor. Bu cümlede karşı taraf kindarlığı yok. Selahattin Yusuf`un dediği gibi “Tanpınar sağcılara, Kemal Tahir ise solculara bırakılamayacak kadar büyük lokmadır.”
Geçtiğimiz hafta Beynelmilel`in yönetmeni Sırrı Süreyya Önder konuktu. Anlattılar, öyle anlattılar ki, “sistemin giydirdiği deli gömleği”nin yavaş yavaş sırtlardan sıyrıldığının işaretleri vardı orada. Tarık Tufan`ın “Türkiye`de kültürel iktidar hep sol olmuştur.” sözüne Önder`in cevabı “E babam, bizi kim dövüyor?” oldu. İşte, o kadar çok soru birikiyor ki zihnimde, rahatsızlık dediğim durum bu. Memnuniyet hissiyse cevaba gittikçe yaklaşmak olmalı. Soru, bilginin-bilmenin getirdiği bir şey. Yani doğru bildiğin bir şey üzerine gelen soru işareti meraktan ziyade...
Programdaki ortak dil şu cümleyle özetlenebilir: “Bu toprağın çocuğu olmak.” Bu toprağın çocuğu olmak aradan tüm engelleri kaldıran bir ortak payda da buluşmak. S.Yusuf, T. Tufan, İ. Kılıçarslan`ın ideolojik geçmişleri birbirine yakın. S.Yusuf biraz “mahallenin okumuş çocuğu” çizgisinde, ama beslendiği kaynakları bu ortak dile dönüştürerek kazandırıyor. T. Tufan ve İ. Kılıçarslan ise seksen sonrası gençliğini ve doksanların İslamcı gençliğini içlerinde barındırıyorlar.
Dinlerken, zihinsel arka planlarını açığa vuruyorlar zaman zaman. “Eski tüfek solcular” gibi “eski mücahitler”e dönüşen; geçmişi romantik bir dille aktaran sözleri oluyor. En çarpıcı açılımları da özeleştiri... Kapitalizm`in, “Amerikan Rüyası” nın nasıl damarlarımıza kadar girdiğini kendi yaşamlarından örnekler verip açıklıyorlar. Sırrı Süreyya Önder`in bir anısını paylaşmak lazım; Cezaevinde kalırken arkadaşlarıyla birlikte ölüm orucuna başlamışlar. Annesi bunu duyunca ziyarete gittiğinde “oğlum bu herifler için aç kalıyorsun bir Ramazan orucunu tutmuyorsun.” diye bir tepki vermiş. Tarık Tufan babaannesini anlatırken “TV`de erkek çıktığında hala başını örter” diyor. Bu toprağın tepkileri bunlar işte.
İyi ki varsınız abiler... Kafamızı karıştırdığınız için.