Hava sisli. Sabah ezanı henüz okundu. Köşedeki caminin ışıkları yeni yanmaya başladı, kapıları ise ardına kadar açık. Namaz kılınmak üzere… Taş döşeli yolda gece yağan yağmurun ıslaklığı var. Yolun kenarından sallana sallana gelen Kemal amca gameti duydu, adımlarını hızlandırdı. Gün aydınlanmaya başlamıştı.
Caminin kenarında simitçi Temel Reis gözüktü. Fesi her zamanki gibi başındaydı. Fırıncı Salih abiye gidecek, çocuklarını eğitmek için gereken parayı kazanacak, onları bir İbn-i Sina, bir İbn-ül Arabî gibi yetiştirecek ve rahmetli babasına verdiği sözü tutacaktı.
Temel Reisin, Dursun adında bir martısı vardı, bu martı ona babasından yadigârdı. Temel`in babası Remzi Usta… Tam bir hayvan âşığı; Fatih`in sokaklarında ne kadar hayvan var hepsi onu tanır, hayvanlar ustanın sesi duyunca hemen yanında biterler. Usta sırf martıya simit attı diye, hayvan onun yanından yıllar boyunca ayrılmamıştı. Dursun Temel`i görünce hemen minareye uçtu. Diğer kardeşlerine sağlam bir sabah selamı verdi. Bu selam, tüm İhvan-ül Hayvaniyye`nin parolasıydı. İnsanlar bu sesi hiç sevmezdi. Bu insanlar için sabahın köründe uykuları kaçıran bir çığlıktı.
Selamlar alındıktan sonra Dursun`un mesaisi başlamıştı. İstanbul`un gözcüsüydü o. Üsküdar`dan, Galata`ya, oradan da Rumeli Hisarı`na uçar, tüm İstanbul`u teftiş ederdi. İhvan-ül Hayvaniyye`nin başkanına Fatih Sultan Mehmet Han`ın ilk fedailerinden olan, kuşatmada Bizans`ın başına bela olan Başkanga`ya rapor ederdi. Bugün kimler ümmet malına zarar verdi, kimler yoksula yardım etti, kimler Fatih`in vasiyetine uydu uymadı… Hepsi ona iletilirdi. O, Fatih`in en gizli casusuydu. Ve birileri hayvanların dilini çözünceye kadar da öyle kalacaktı.
İşte, yeni bir hafta sonu başlamıştı. Bugün günlerden Cuma idi. Öğlen namazında camiler ne kadarı dolacak, merak ediyordu. Çünkü her geçen sene doluluk oranı azalıyordu. Kafasında bazı soru işaretleri vardı. Devlet-i Aliyye çok zor zamanlar geçiriyordu. Bu zorluklar neden camiler boşalırken artıyordu? Neden insanlar garbı örnek almaya başlamıştı? Neden eteklerin boyu kısalmıştı. Bu insanlara n`olmuştu? Yarın Fatih Sultan`a nasıl hesap vereceklerdi? Bu sorular aklından bir poyraz hızıyla geçti. Her zamanki gibi teftişe Hz. Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinden başlayacaktı. Burnunu Üsküdar`a, kendini boğazın rüzgârına verdi…
Nihayet gelmişti türbeye, buraya ilk geldiğinde dua için gelmişti. Arada sırada suya dalıp balık avlıyordu, bir keresinde tam boğulacaktı ki bir balıkçı onu kurtarmıştı. Sonradan öğrendiği kadarıyla, Aziz Mahmud Hüdai Hz. duasında ”Bize talebe olanı deniz boğmasın “ demiş. Dursun da hemen gelmiş bu dergâha. Zaten Başkanga ile de burada tanışmıştı. İlk mekân gayet sakindi, yerler temiz, yolların taşları yerindeydi. İlk teftiş bitmiş, sıra Çamlıca`ya gelmişti. Çamlıca yüksek bir tepeydi, İstanbul`un denizden gözüken en yüksek tepesi… Burada soluklandı biraz, boğazı, Rumeli Hisarı`nı, ata yadigârı Ayasofya`yı izledi. Ayasofya son duraktı; yatsı namazı orada edâ edilecek ve terk edilmiş Topkapı Sarayı`na gidilip Başkanga`ya şehrin durum raporu verilecekti. Bir süre Çamlıca`nın ağaçlarında tünedi. Bu sırada; buraya büyük, boğazın her yerinden gözüken bir cami yapılsa ne kadar da güzel olur diye düşündü. Artık Galata`ya uçabilirdi.
“Galataaa! “ dedi bağırarak. ” Nice devlet, nice padişah gördün be kocaaa! “ diye de ekledi. Galata Kulesi`ni pek severdi Dursun. Burası Temel Reis ile buluşma noktaları idi. Cuma namazı buranın biraz aşağısındaki Arap Cami`nde kılınırdı. Burası İstanbul`un aşkla, aşığın maşukla ilk buluşmasıydı; ilk camiydi burası. Cuma kılınmış, cemaat dağılmıştı. Yalnız, o tekti: Mehmet Akif… O bambaşkaydı, dertliydi o, daha 17 yaşındaydı. ”Cuma namazına gelenler, sabah namazına geldikleri gün bu millet iflah olur” derdi dostlarına. Ona da selam verip Süleymaniye Minaresine tünemek için kanat çırptı. Haftaya Kurban Bayramı vardı. Belli mi olur Süleymaniye Cami`nde bayram namazında tekrar karşılaşırlardı.
Süleymaniye Cami`nde fazla durmazdı Dursun. Buraya geldiği zaman, önce gururlanır, sonra hüzünlenirdi. Mimar Sinan`ın bu yapıtına hayrandı o, bu yüzden gururlanırdı. Muhteşem Süleyman`ın namı yerlerdeydi; akşam namazında cami boştu, bu yüzden hüzünlenirdi. Fazla durmadı, karnı acıkmıştı zaten. Sahilden iki-üç istavrit avlayıp, Ayasofya`ya uçacaktı. Öyle yaptı, vakit hamsi vaktiydi, tavada ne giderdi be diye düşündü. Ayasofya ve Sultan Ahmet Camii tam karşısındaydı. Birbirlerinin şanından ötürü, karşılıklı selamlaşan iki abide…
Fatih`in bedduası gelirdi aklına. Ne zaman Ayasofya`nın palangalarına baksa, ne zaman bu meydanda kanat çırpsa gözleri yaşarır, acı acı bağırırdı. İnsanlar anlamazdı nasıl olsa, onlar cahil ve sefildiler, batı hayranı, benlik düşmanı sefiller… Yakında burayı da satardı bunlar. Yakında camilere ibadet için değil, gezmek için gelecekti insanlar. Hem de para vererek. Öyle hissediyordu Dursun. İnsanlar değişmiş, kim olduklarını unutmuş, nereden gelip nereye gittiklerini bilmez hâle gelmişlerdi. Olanlara bakınca böyle düşünüyordu, çaresiz… Daha ne beklenirdi ki?
Aradan yıllar geçti, Koca çınar kurudu, hasta adam derin bir uykuya daldı. Ayasofya Cami müze olmuştu. Fatih`in şefaati bitmiş, gazaba dönüşmüştü. O kutlu komutana edilmiş bir ihanetti bu. Haçlılara ise verilen bir armağan… Diğer devletler derin bir oh çekerken bizim Dursun kederiydi. Asırlık çınara beyaz atlılar lazımdı. O çınarı yeniden yeşillendirecek beyaz atlı bahçıvanlar gerekti. Umutları teker teker tükeniyordu. Asırlardır konuşulan Arapça yasaklandı, türbeler kapatıldı. Artık tek yapabileceği şey dua etmekti. Dua dua dua…
Başkanga ile beraber İstanbul ormanlarına uçtular, bütün teşkilat İstanbul`un ormanlarına göç etti. Osmanlı Devleti`nin ayak sesleri duyuluncaya kadar geri dönmemeye and içtiler. Kim bilir belki de Hüdayi`nin evlatları duyulacak ayak sesinin sahipleri olacak…