
Bir insanın bir insana kin gütmemesi, öfke duymayı bırakması, bir yanağına tokat yiyince ötekini uzatmasa dahi orada öylece durabilmesi, acısının hafiflemesi insanın kendi iradesi ile kendi içerisinde gerçekleştirebileceği önemli adımlardandır. Roman işte buna yardım eden, kendi tanımını çoktan aşmış olağanüstü bir şeydir.
Her şeyden önce, tanımlarının da ötesinde romanın ne olduğu bizdeki karşılığına göre şekillenir. Romanı kurmaca olarak görürsem bir çeşit hikâye, gerçeğe dayalı görürsem kendi tarzında bir belge olur. Dolayısıyla romanın ne olduğu, bizim romana karşı nerede durduğumuzla yakından ilintilidir. Bu sebeple romanı basit, bize bir şey katmayan bir hobi olarak görüp soğuduğumuz dönemler ile insanı anlama aracı olarak sıkı sıkıya sarıldığımız dönemler de bize aittir. Yani, romanın neresinde durduğumuz da sadece insandan insana değil, insanın kendi içinde de değişip duran bir meseledir.
Romanın neyi nasıl anlattığından önce bir insanın elinden, gözünden, kalbinden ve zihninden izler taşıdığını hatırlamayı önemsedim hep. Böyle baktığımda kurmaca gibi duran eserler aslında bir çeşit biyografiye, gerçeğin farklı formlarda ifade ediliş şekline dönüştü.
Sözgelimi Dostoyevski’nin Budala’sı, kahramanı yazarına benzeyen kıymetli klasiklerden biri oldu benim için. Dostoyevski’nin de Budala olarak adlandırdığı kahramanı gibi sara hastası olması, ikisinin de aynı tabloya aynı hayranlıkla bakması gibi detaylar ikisinin aynı insan olduğunu düşündürdü bana. Budala’nın geçirdiği sara nöbetlerinin nasıl bu kadar iyi anlatıldığını, restoranda garsonun dikkatini çekememenin neden bu kadar net ve acı olduğunu o zaman anladım. Buradan yola çıkarak kaleme aldığım bir yazı dizisi vaktinde yayımlandı. Kısmetse devamını da ilerleyen zamanlarda getireceğim. Ancak şuna dikkat çekmek zorundayım:
Safiye Erol’un yazarken on iki kilo verdiği, defalarca ağlama krizleri geçirdiği Ciğerdelen sadece bir “roman” ya da “kurgu” olarak adlandırılabilir mi? Kitaplara bu gözle, en temelde böyle sorular sorarak başladığımda farklı kapılar açılmaya başladı. Safiye Erol’un hayat hikâyesi ile yazdığı roman arasında kurgusal anlamda bir bağ olmadığını fakat ikisinin de özünde aynı duyguyu taşıdığını gördüm. Meğer romanı “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüdâ/Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” mısraları ile başlayan Safiye Erol’un kendi hayat hikâyesi de bu beyitlerle özetlenebilirmiş.
Oscar Wilde’ın kendi şahsiyeti Dorian Gray’in Portresi’nde yer almış, Tanpınar’ın birçok özelliği Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal’a yansımış. Aynı sebeple Genç Werther’in Acıları ilk defa basıldığı zamanlarda insanlar ..................................................................................................