
Geçenlerde kızımla sohbet ederken; konu nereden geldi hatırlamıyorum ama “cennet” kelimesini cümle içinde kullanmışım. Kızım hazine bulmuş bir defineci gibi gözlerini açarak “Cennet nasıl bir yer baba?” diye sordu. Bir süre sessiz kalmış olacağım ki eliyle beni iteleyerek “baba, cennet nasıl bir yer?” diye tekrar etti…
Geçenlerde kızımla sohbet ederken; konu nereden geldi hatırlamıyorum ama “cennet” kelimesini cümle içinde kullanmışım. Kızım hazine bulmuş bir defineci gibi gözlerini açarak “Cennet nasıl bir yer baba?” diye sordu. Bir süre sessiz kalmış olacağım ki eliyle beni iteleyerek “baba, cennet nasıl bir yer?” diye tekrar etti…
Biraz düşündüm, derin bir nefes aldım, herkesin ortalama vereceği cevaplar yerine kalbimin sesine kulak verip; “çokça muz ağacının olduğu bir yer kızım!” diye cevap verdim. Bu cevabım O’nu pek tatmin etmemiş olacak ki, memnuniyetsiz bir şekilde yüzüme baktı, üstelemedi ve uyudu…
Şimdi siz bu satırları okurken size de garip gelmiştir eminim ama ben o birkaç saniyelik sessizliğimde çok uzaklara, tam da hikâyemizin başladığı yere gidip, tekrar yaşadım o günleri…
Belki bana bu soruyu soran büyük kızımın yaşlarındayım… Sabahlı yaşlarımdayım diye tarif ediyorum ben bu dönemimi, tıpkı şimdi ikindili yaşlarımda olduğumu iddia ettiğim gibi…
Daha sade, daha samimi günler; küçük şeylerle mutlu olabildiğimiz, ulaşılabilir hayallerimizin olduğu dönemlerdi… En büyük keyfim, gürül gürül yanan sobanın yanına uzanıp, kafamın üzerinde kalan ve tersten izlemek zorunda kaldığım penceremden görünen beyaz bulutlardı… O bulutları muhtemelen sizin de yaptığınız gibi şekilden şekle sokar, kendimce eğlenirdim… Çokça ama bir o kadar da küçük hayaller kurardım… Bir de portakal kabuklarını sobanın üzerine koyduk mu, oda mis gibi kokar, keyfimize diyecek olmazdı…
Sahi portakal dedim de aklıma geldi; o dönemde meyve olarak genelde portakal, mandalina ve elmadan başka bir şey pek tüketilmezdi. Genelde pazar akşamları, mavi leğene koyulmuş portakal, elma ve mandalinalar… Diğer meyveleri genelde babamla dükkâna alış veriş için gittiğimiz sebze-meyve halinde görürdüm! Aslında gözüm her seferinde bişeylere takılırdı ama utandığımdan bir türlü diyemezdim. Aslında esnaf çocuğu olmak galiba böyle bir şey. Tasarruf etmek önemli bir olgunluk vesilesi sayılırdı o yıllarda… Her ne kadar evin en küçüğü olsam da kendimi hep yaşımdan büyük hissetmem, birazcık da bundan olsa gerek.
İşte yine böyle bir gün… Babamla beraber dükkâna yürüme mesafesindeki sebze-meyve halinde eksikleri alıyoruz. Yorulduğu her halinden belli babamın. Zira hemen hemen her tezgâh geziliyor, hem uygun fiyatlı ve hem de iyi ürünler seçilmeye çalışılıyor titizlikle… Elleri kolları dükkâna aldığı sebzelerin olduğu poşetlerle dolu. Hava soğuk, üşüyorum. Hatta yerler yağmurdan sonra iyice çamura bulanmış. Ayakkabılarımın ucunda, en az ayakkabılarımın tabanı kadar çamur birikmiş… Başka ayakkabım yok, okula giderken temizlemek çok zor geliyor ve galiba canımı sıkan sadece bu…
Vakit geçiyor, bir tezgâha daha yanaşıyoruz. Alacaklar seçiliyor tek tek, ben ise o sırada yan taraftaki tezgâhı seyrediyorum. Zira altın sarısı, kocaman kocaman muzlar görüyorum. Hani hala meşhur mu bilmiyorum; okunduğu şekli ile koca koca çikita muzlar. Babam bir şeyler söylüyor ama sanırım duymuyorum. Tıpkı kızımın “cennet” ile alakalı sorduğu soruda daldığım gibi dalmışım… Sonradan çekiştirince anlıyorum ki babam bana sesleniyor. Elleri dolu ve aldıklarını çamurlu yere bırakmak istemediğinden, cebinden para çıkarmamı istiyor. Hemen kendime geliyor ve dediğini yapıyorum. Ancak fark etmiş olacak ki, “ne daldın öyle?” diye soruyor. “Yok bişey!” diyebiliyorum ürkekçe. Çünkü fark etmiş olmasını istemiyorum. O da üstelemiyor ve devam ediyoruz alış verişe…
Bir süre sonra babam dayanamıyor anlaşılan ve “gel bakalım!” diye sesleniyor bana… O koca koca muzların yanına götürüyor beni. Hem heyecanlanıyor, hem de utanıyorum bu isteğin fark edilmiş olmasına. Şöyle eliyle en büyüklerinden birini alıyor ve kaç para diye soruyor satıcıya. Sonra aldığı muzu güzelce soyuyor ve küçücük ellerime tutuşturuyor. Babamın ona yardım ettiğim psikolojisini oluşturmak için elime vermiş olduğu, pembe kırmızı karışımı, garip kokulu, üçüncü sınıf poşetlerin içinde taşıdığım maydanoz ve yeşil soğanları bırakıveriyorum bir anda yere. “Dur ne yapıyorsun!” diye kızıyor birazcık. Sonra bir anda yere bırakıverdiğim poşetleri de eline alıp, benim rahat rahat muzu yiyebilmem için ortam sağlamanın gururu ile yürümeye başlıyor.
İnanır mısınız uzunca bir süre elimde taşıdım ben o muzu, yemeye kıyamadım… Kalabalıklar içinde koştururken dahi öylece elimde tutuyordum. Yüzümde istemsizce oluşan gülümseme, soyulmuş kabukları yere sarkan muzun kökünden kırılıp yere düşmesine kadar sürmüştü! Sadece hatırladığım “şaaap” diye çıkan o hüzünlü ses…
Babamın gözlerinin içine bakıyorum, o da bana dikkat etsene der gibi gözleri ile karşılık veriyor. Hiçbir şey konuşmuyoruz, elimde parmaklarımı tamamen kaplayan muz kabukları… Babam poşetlerin arasından çıkardığı parmakları ile küçücük ellerimi tutup çekiştiriyor ve hızla uzaklaşıyoruz oradan. Ben bir yarımı orada bırakmış gibiydim oysa… O ise bu durumdan habersiz, içimde kopan fırtınalardan uzak, sıradan bir olay olarak görüp geçiyor. Yenisini almayı teklif dahi etmiyor, hoş etse de istemezdim zaten… Elbette alacak parası vardır ama sanırım kendince bana hayatı öğretiyor ya da ne bileyim benim yüreğimde oluşan o boşluk hissinden haberdar değil. Ne bilsin her hafta gittiğim bu yerde gözümün hep o tezgâhtaki sapsarı muzlara takıldığını… Söylemedim ki hiç…
Sonra mı? Sonra yıllar içinde çokça muz yedim, hemen hemen her çeşidinden; yerlisi, ithali… En sevdiğim meyve de hep muz oldu hayatımda… Biliyor musunuz hâlâ çok seviyorum ben bu meyveyi… O günlerden kalma sanırım, evde de hep çokça bulunsun isterim şimdilerde. Bakıyorum da bizim çocuklar çok sevmiyorlar muzu ve ben bu durumu kabullenemiyorum. “Yahu muz nasıl sevilmez!” diye hayıflanıyorum her seferinde…
Yani muz ile olan aşkımız çok eskilere dayanıyor bizim. Belki sadece bu sebeple muz benim gönlümde hep cennet meyvesi olarak yer almakta… Hatta cennetin bir yanının muz ağaçları ile dolu olduğunu bile düşünüyorum… İşte kızım “cennet nasıl bir yer?” diye sorduğunda da; çocuk yüreğimde oluşturduğum hayali paylaşmıştım bir cümle ile… Ve şimdi anlıyorum ki; bize çok basit gelen şeyler, çocukların yüreğinde dağ oluveriyormuş…