Süleyman Yiğittop
Süleyman Yiğittop Kimdir?
Mersin Üniversitesi Almanca Çeviri Bölümü Öğrencisi. 21 yaşında. Kitap okumak ve araştırma yapmak, yeni bir dil, kültür ve yeni bir düşünce ile tanışmak hayatında önemli yer tutuyor. Akademik hayatını Almanya’da yüksek lisans ve doktora yaparak devam ettirmek istiyor. En büyük hayali İsviçre’de Alpler’de bir ev sahibi olmak. Boş zamanlarında şiir dinliyor ve deneme türünde yazılar yazıyor.
Küçük bir şehrin güzel ve şirin bir köyünde geçti çocukluk yıllarım. Burası, hayata ilk adımlarımı attığım yerdi. Yolculuğumun başlangıç noktasıydı; hem de uzun bir yolculuğun…
Hayata ilk adımlarımı attığım bu yer, birçok yerden farklıydı. İnsanları temiz kalpli ve samimiydi. Öyle çok fazla bir şey de bilmiyorlardı. Bildikleri sadece kendilerine lazım olan ve başkalarına zararı olmayan şeylerdi. İnsanın üstüne üstüne gelen soğuk binaları, yıldızları perdeleyen fabrika dumanları da yoktu. Her şey billur gibi sade ve berraktı. Kimse aç kalmıyordu burada, sokaklarında dilenci de yoktu tinerci de. Sadece insanı değil, her şeyiyle temiz ve sımsıcaktı. Havası, şırıl şırıl akan suyu, yemyeşil ağaçları, gökyüzünde süzülen kuşlarıyla insanı kucaklayan sıcacık bir yerdi.
Bir gün ayrılık vakti geldi. Artık hayata adımlarımı farklı bir yerde atacaktım. Umduğumdan çok daha farklı ve soğuk bir yerdi burası. Burada öyle insanın içini açacak ne gökyüzü, ne de ağaçlar vardı. Öyle ki toprağı bile görmek imkânsızdı çoğu yerinde. Her taraf beton ve cam binalarla kaplıydı. Kimileri o kadar yüksekti ki; sanki kuşlar uçmasın diye onlar kaplıyordu gökyüzünü. Burada akan berrak sular yoktu; kanalizasyonlar vardı; boz bulanık ve nahoş kokusuyla. İnsanların yüzü gülmüyor, kimse kimseyi tanımıyordu. Hele bazen yürüyen kalabalıklar cesetlere benziyorlardı. İlkbaharda çiçek kokusu da sarmıyordu burayı. Açacak çiçek de yoktu zaten; her şey gibi onlar da yapaydı…
Hayat böyle soğuk ve ruhsuz binalar arasında ağır aksak akıp giderken, adına üniversite dedikleri ama benim hala tam olarak ne olduğunu anlayamadığım yere gitme vakti gelmişti. Hayat burada çok farklıydı. Çok daha tempolu ve yoğundu. Duygulara ve samimiyete pek yer yoktu. Daha çok rakamlar ve ideolojiler konuşuluyordu. Hayat sürprizlerle dolu ve çok şeritli bir yolculuktu. Kimi şeritlerde dikenler ve taşlar; kimilerinde çiçekler ve güzellikler vardı. Ama tek yönlü bir yoldu bu. Dönüşü olmayan ve pişmanlıkların fayda etmediği bir yol...
Ne Dediler?
Asım Gültekin: Süleyman kardeşimiz yaşadığı küçük yeri, gittiği bunaltıcı şehri anlatırken oraların isimlerini yazsa ne kaybederdi? Üçüncü paragrafın üçüncü cümlesinde yeni şehre geçtiğini anlamakta güçlük çekiyor zihin okurken. Çekmemeliyiz oysa! Masalsı anlatım bence anlatmak istediklerinin gücünü düşürüyor, sahiciliğini! Etkisini azaltıyor! Şayet sadece o küçük köyünü anlatırken masalsı anlatımı kullansa problem olmazdı, güzel de olurdu. Güzel şeyleri masallaştırmak güzeldir. Kötü, sıkıcı, bunaltıcıdan kaçmak için başvururuz masalsılığa... İkisini de karşılaştırarak anlatmak istediğimizde başka bir şey yapmalı başka bir şey! Yazarken yaşadığımız mekâna, vakte gelmekte fayda var! Dil pürüzsüz görünüyor. Ama mevzular çetrefilleştikçe belli olur pürüzlü mü pürüzsüz mü? Zengin bir dil için okunacak çok yazar var. İkisini önereyim: Sezai Karakoç ve Rasim Özdenören! Bir de masalsı anlatım için muhteşem bir isim biliyorum: Sahipkıran ve Esrarname kitaplarıyla Hasan Aycın!
Taha Kılınç: Sevgili Süleyman, Hayat çok ilginç, ilginç olduğu kadar da acımasız… Benim de çocukluğum ‘şirin bir kasaba’da geçti. Ancak yaşım ilerleyip de senin bahsettiğin o kanalizasyonlu şehirlerde, ceset misali insanların arasına karışınca, fark ettim ki, aslında ‘şirin kasabalarda’ insanı kısırlaştıran, güdükleştiren, ufkunu daraltan yanlar da var. Aynı şekilde gördüm ki, kanalizasyonlu şehirlerin havadar, ferah, mesut köşelerini bulmak mümkün. Dolayısıyla, gittiğimiz yerlerde çiçekler açtırmak biraz da bizim elimizde diye düşünüyorum. Çok selam, yazmaya devam…