Abdullah bin Câfer -radıyallahu anh- bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini onun önüne attı. Köpek ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.
Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallahu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma oldu:
“-Senin ücretin nedir?”
Siyahî köle:
“-İşte gördüğünüz üç ekmek.”
“-Niçin hepsini köpeğe verdin?”
Köle:
“-Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek belli ki uzak yerden gelmiş. Aç durmasına gönlüm râzı olmadı.” dedi.
Abdullâh -radıyallahu anh-:
“-Peki bugün sen ne yiyeceksin?”
Köle:
“-Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.” dedi.
Abdullâh -radıyallahu anh-:
“-Sübhânallah! Benim çok cömert olduğumu söylerler. Bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu.
Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 440)
Böyle müşfik, merhametli ve derin duygulu şahsiyetler yetiştiren İslâm, İslâm kardeşliğini en ileri bir seviyede gerçekleştirmek ve her mü`mini “ganî bir gönle sâhib kılmak” için vicdânî bir mecbûriyet olan infâkı teşvîk etmiş ve onu da “îsâr” ile zirveleştirmiştir. Zîrâ dînin asıl gâyesi, Allah`ın birliğini tasdikten sonra güzel insan, zarif insan ve derin insan yetiştirebilmek sûretiyle cemiyete huzûru hâkim kılmaktır.
Bu olgunluk, ancak gönülde tezâhür eden şefkat ve merhamet hissiyle ve onun en güzel tezâhürü olarak da kendi imkânını paylaşabilmekle elde edilebilir. Hattâ bunun da ötesinde îsâr tâbir olunan ve kendi ihtiyâcına rağmen sâhip olduğu nîmetlerden vazgeçerek onları dahî infâk edebilme fazîletiyle bu kemale ulaşılabilir.