30. sene-i devriyesini bu kez referandumla idrak edeceğimiz 12 Eylül, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kelimenin tam anlamıyla bir kırılma noktasıdır ve klişe haline gelen tabirle o günden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır.
12 Eylül 1980’degözlerimizin önünde çok kanlı bir tiyatro oynanmış, ne yazık ki biz bunun oyun olduğunu ancak yıllar sonra idrak edebilmişizdir.
Bu yazıda 12 Eylül envanteri çıkarmayacak, asla eskisi gibi olmayan şeyleri sıralamayacağız. Bizim derdimiz şu tiyatro oyununun yönetmeni, oyuncuları ve seyircileridir. Nasıl olmuştur da bu oyun bu kadar başarıyla sahnelenmiş, oynanmış ve seyirciler tarafından bu kadar gerçekçi bulunmuştur? (Hâlâ gerçek sananlar var, işin acı tarafı) Paul Henze`nin dönemin başkanı Carter`a müjdeyi (!) verirken telaffuz ettiği “bizim çocuklar” kimdir? Nasıl olmuştur da aynı ülkede yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı kaderi paylaşan, dedeleri çok değil 50-60 yıl önce omuz omuza çarpışıp memleketi kurtarmış gençler, hayatlarına yeni girmiş bir takım yabancı ideolojilerin etkisiyle birbirlerini boğazlamışlardır? Yoksa şu Matrix filminde olduğu gibi hepimizin ensesinde birer çip mi vardı ki, birileri düğmeye bastığında hep birlikte harekete geçip kahveleri tarıyor, kalabalıkların üzerine bomba atıyor, suikastler düzenliyor, kalanlarımız da bunu bir korku filmi gibi zangır zangır titreyerek seyrediyorduk?
Birazcık okuma alışkanlığı olanlarımız, cereyan eden sürecin bir sır olmadığını ve bunların gerçekleşebilmesi için kimsenin kafasına çip vs. yerleştirilmesinin gerekmediğini pekâlâ fark edebilir(di). Birkaç yıl önce Türkiye`nin en önde gelen haftalık siyasi dergilerinden birinde bir röportaj okumuştum. 1996 yılında sempozyum türü bir görev için yabancı bir ülkeye giden bir albay, orada Rus meslektaşının kendisine “İstanbul Belediye Başkanınız Tayyip Erdoğan sence nasıl biri?” diye sorduğunu anlatır. Bizimki “siyasi çizgisiyle bizim yıldızımız barışmaz; ama olumlu şeyler yapmıyor değil. Özellikle su ve çöp problemlerini halletti” mealinde bir cevap verir. Ardından Rus bombayı patlatır. “Bak, o sizin 10 sene sonraki başbakanınız!” Bizim albay beyninden vurulmuşa döner. Böyle bir şeyin kesinlikle mümkün olamayacağını, o siyasi kökenden gelen birinin başbakan olmasına ordunun asla izin vermeyeceğini söyler. Söyler ama Rus ısrarlıdır. “Sen dediğimi bir kenara yaz. On sene sonra görürsün” diye iddiasını sürdürür.
Röportajı yapan gazeteci, Rus askerin bunu nasıl bildiğini sorar. Bizim albay özetle şöyle der: “Bu aslında Amerikalıların taktiğidir. Onlara da İngiliz`den kalmadır. Bir ciple gelirler, Yozgat`ta merkezi bir yerde kahvenin önüne oturup geçen türbanlı ya da sakallıları sayarlar. Bizi bizden daha iyi bilirler onlar. Büyük devletler uzağa, küçük devletler önüne bakarlar”
Bizi bu kadar iyi bilenler, nelere öfkelendiğimizi, nelere sevinip üzüldüğümüzü, nelere tahammül edemediğimizi, ayranımızı nelerin kabarttığını ve daha pek çok özelliğimizi de gayet iyi biliyorlardır elbet. Bizim sosyal fay hatlarımızın hem sayısı fazla hem de derinliği. Tornasından geçtiğimiz emsalsiz (!) eğitim sistemini de hesaba katarsanız, bu hatların birini biraz tetiklediğiniz zaman, insanın kafasına çip takmaya bile gerek kalmadan istediğiniz olayı istediğiniz çapta çıkarabiliyor, istediğiniz sonucu alabiliyorsunuz. 6-7 Eylül olaylarından en son İnegöl ve Dörtyol`da çıkan olaylara kadar istemediğiniz kadar örnek sayabilirsiniz buna.
Ülkeyi 12 Eylül`e götüren süreçte de buna benzer bir çok hadise yaşandı bu topraklarda. En sonunda askeri bir müdahale ile “kurtarılmak” halkın gözünde meşru hale geldi. O zaman da “bizim çocuklar” gerekeni yapıp Başkan Carter`ı memnun ettiler.
Binlerce kilometre uzaktan birilerinin bir işaretiyle beyni yıkanmış bir güruha dönüşmenin ne kadar onur kırıcı bir şey olduğunu söylemeye bile gerek yok. Pekâlâ, bu utanç verici durumdan kurtulmak için ne yapmalı? Cevabı da uygulaması da aslında hiç zor değil. Sadece değil ama öncelikle okumaya daha fazla vakit ayırmak. Çünkü kafamıza çip yerleştirmiş olanlar, okuma amelini hayatımızdan çıkartmakla işe başladılar gibi geliyor bana. Hem de öyle bir çıkartmışlar ki, bir sürü gereksiz faaliyete zaman bulunuyor ama okumaya bulunamıyor.
Neden okumaya vurgu yaptık? İki yıl kadar önce, Cumhuriyet tarihiyle ilgili aykırı görüşlere sahip bir tarihçiyle yapılan bir röportajın sonunda, tarihçi “Siz hepimizin bildiklerinin tersini söylüyorsunuz. Bu iddialarınız için hangi kaynaklara bakmanız gerekti? O kitaplar bugün yasak mı?” sorusuna “Değil. Sadece Atatürk`ün kendi yazdıklarını bir Japon turistin bakış açısıyla, onu ne yücelterek ne de küçülterek okursanız her şey ortadadır zaten...” diye cevap veriyor da o yüzden. Yani sadece önümüzdekilere doğru dürüst baksak belki de bunların hiçbiri başımıza gelmeyecek(ti)…