
Daha evvel, İsviçre`deki minare referandumu vesilesiyle de ifade etmiştim benzer görüşleri. Demem o ki, gücü olanın bir şeyleri oldu-bittiye getirmesi hiçbir zaman kalıcı sonuçlar vermez. Bu hak için de batıl için de böyledir. Toplumsal tabanı olan şeyler ise mutlaka kalıcı olur. Hak da olsa, batıl da olsa.
New York`taki Dünya Ticaret Merkezi alanına çok yakın bir yerde inşa edilecek olan cami ile ilgili tartışmalar sürüyor. Hikâyeyi hatırlayalım:
Kuveytli bir din adamı olan Amerikan vatandaşı sufi / şazeli Faysal Abdurrauf, Dünya Ticaret Merkezi`ne bir-iki sokak mesafedeki metruk bir binayı satın alarak, `Kurtuba İnisiyatifi` çatısı altında “Dinlerarası Diyalog ve Kültür Merkezi” olarak hizmete açmak istiyor. Kendisi ve mütesettire olmayan Keşmir asıllı eşi Deyzi Han, Amerikan yönetimi nezdinde güvenilir, danışmanlık hizmetleri sunan kişiler olduğundan, projenin teorik aşamasında sorun çıkmıyor. Ancak iş ciddiye binip de merkezin camiinde namaz kılınmaya başlayınca Amerikan kamuoyunda “11 Eylül`ün acıları” depreşiyor. Protestolar halen devam ediyor. Obama, Ramazan`ın manevi havasının da etkisiyle “Yapsın çocuklar, bence mahsur yok” açıklamasında bulundu, ama sorun büyüyor.
Meseleye “İşte Amerika`nın hazmı bu kadar!” noktasından bakabiliriz. Ki genelde öyle bakılıyor başından beri. Ancak, projenin yürütücüleri ve destek vericileri açısından bakıldığında, “Bir Müslüman mabedi, toplumsal anlamda hangi temellere dayanır?” sorusunun cevabının yeterince düşünülmediğini akla getiren bir şeyler var bu meselede.
Ne demek istiyorum?
Hz. Peygamber`in Mekke`de neden halka açık bir mescit inşa ettirmediği sorusu sorulduğunda hep şu cevap verilir: “Çünkü Müslümanlar güçsüzdü.” Elhak öyle idi, ancak şu da vardı: Mekke`de açılacak bir mescidi maddi-manevi anlamda ayakta tutacak şuurda ve ufukta bir Müslüman cemaat de henüz yeşermemişti. Mescidi açmak sorun değildi, asıl sorun o mescidin arkasında duracak, onu hayatın merkezine koyacak dinamik bir cemaatin varlığı idi. Ne zaman ki Medine`ye gidildi, Müslümanlar davaya sahip çıkacaklarına dair antlar içtiler, o zaman mescit inşa edildi ve o mescit de her anlamda İslami hayatın merkezi oldu.
New York`a bakalım:
İslam`ın henüz emekleme aşamasında olduğu bir ülkede, Yahudi nüfusun en yoğun yaşadığı bir şehrin göbeğine bir cami inşa etmeye kalkışıyorsunuz. Bölgede bu camiyi / merkezi ayakta tutacak bir Müslüman cemaat var mı? Yok. Yükselen tepkileri göğüsleyecek bir Müslüman çevre var mı? Yok. Herhangi bir maddi-manevi sorunu çözecek bir dinamik bünye var mı? Yok.
Buraya kadarki üslubumdan da anlaşılabileceği gibi, İmam Faysal`ı ve eşi Deyzi Han`ı New York`ta tanımış biri olarak, şu aşamada böyle bir caminin / merkezin inşasına karşıyım. Birinci ve en önemli gerekçemi yukarıda izah etmeye çalıştım. Özetle, camiye cemaat toplamaya çalışmak yerine, toplanmış cemaate cami yapmak olmalıdır hedef. Hz. Peygamber`in bize öğrettiği davet usulü de budur. Toplumsal bir ihtiyaçtan kaynaklanmayan kurumlar yıkılır giderler.
Diğer gerekçelerimi ise şöyle özetleyebilirim:
1. Amerika`daki İslam düşmanlığı değirmenine su taşıyacak bir girişimdir bu. Niyetler hayır bile olsa, akıbetler pek öyle olmayacak gibi duruyor. Empati de yapmak lazım ayrıca. Biz sembolik bir merkezimizin göbeğine başka bir dinin üs kurmasını ister miyiz?
2. Bölgede inşa edilecek bir merkeze harcanacak para ile Amerikalı Müslümanların sayısız ihtiyaçları karşılanabilir. Cami, tüm Amerika`nın en pahalı yerlerinden birinde inşa edilecek.
3. Söz konusu cami, Müslümanların 11 Eylül sonrası bozulan imajlarıyla ilgili de sorunludur. “Tamam, biz gösterilen yere yaparız” diyebilmek, daha olumlu algılara neden olabilir.
Daha evvel, İsviçre`deki minare referandumu vesilesiyle de ifade etmiştim benzer görüşleri. Demem o ki, gücü olanın bir şeyleri oldu-bittiye getirmesi hiçbir zaman kalıcı sonuçlar vermez. Bu hak için de batıl için de böyledir. Toplumsal tabanı olan şeyler ise mutlaka kalıcı olur. Hak da olsa, batıl da olsa.