Dostlarımız oldu, hem bizim hem de kitapların dostu olan. Biz onları yeni kitaplarla tanıştırırken onlar da bizi yeni kitaplara dost etti. Bilgiyi başkalarına satılan bir meta yahut belli sınavları geçmek için öğrenilen can sıkıcı şeyler olarak değil, Müslümanlar olarak Müslüman kalabilmemizin zorunlu bir sebebi gördük.
Bir Müslüman olarak tanıştığımız ilk kitap yüce kitabımız. Böylesi bir olumlu tanışıklık tabiidir ki başka tanışıklıklar için bir kalkış noktası olmuştur hep. Onun içindir ki bundan sonraki bütün okumalarım, O Kitab`ın çevresinde dönüp dolaşacaktır. Hem kitapların evleri hem de evlerin kitapları vardır. Okuma yazmayı öğrendiğimde evimizin kitaplarıyla tanıştım. Bir imam olan babamın memur maaşıyla yetmişlerin sonları ve seksenli yıllarda aldığı/alabildiği kitaplar. Gazzali`nin İhya`sı bir tarafta Seyyid Kutub`un Fi Zilal`i bir başka köşede. Hiç kimseyle bir kavgası olmayan bir müsamahakâr tavır... Orada İbn Arabî ile İbn Teymiyye sırt sırta vermiştir, raflarda tutunmak için. Eminim birbirlerini anlama fırsatları olsaydı ve aynı dönemde yaşasalardı yine sırt sırta verir, Moğollara karşı mücadele ederlerdi.
Evimizin kitaplarından her biri zihnimde silinmez izler bırakmıştır. Bilmem kaçıncı kez elime almış, sayfalarını karıştırmış, bazı paragraflarını okumuşumdur.
Ortaokul yıllarım tam da Mustafa Kutlu`nun hikâyelerinin konusu olan -sayıca binlerce olan ama hakikatte bir tane olan- bir kasabada geçti. Bir kaç dükkândan müteşekkil bir çarşı ve o çarşının yanı başında bir kütüphane. Orası bizim için kitapların evi değildi. Orası bizim evimizdi. Sığındığımız bir yerdi her neden kaçıyorsak, kendimizi buluyorduk her ne okuyorsak. Kimimiz kendini bir ansiklopedi sayfalarında buluyor, kimimiz hikâyelerde, romanlarda. Memurlarla birlikte mesaiyi doldurur, yeni bilgileri yeni maceralar için devşirirdik sahifelerden. Küçük bir kütüphaneydi birkaç raf kitap... Benim gözdem. Resimli Bilgiler Ansiklopedisi.
Liseyi, kütüphanesini ancak birkaç kez görebildiğim bir okulda bitirdim. 28 Şubat darbesi öncesi hareketli yıllar. İl Halk Kütüphanesi’ne gidiyoruz. Neyi okumam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yok. Daha kötüsü hiçbir yol gösteren de. Tam da rotayı kaybettiğimiz bu dönemde kitap dostu bir ağabeyle tanışıyoruz. Yelkenlerimizi yeni denizlere doğru yol almamız için havayla dolduruyor. Okuma serüvenimizde en çok payı olan şüphe yok oydu. Nasıl olmasın? `Kitap okuyun` deyip de yıllar geçip bir takvim yaprağı bile okumayan öğretmenlerimize benzemiyordu o. Son kuruşunu kitaplara veriyor, inşaatlarda çalışıp borca aldığı kitapları ödüyordu.
Üniversite yılları… Artık okuduğumuz kitaplar bizi başka kitaplara götürüyor, sevip dost olduğumuz bir yazar bizi bir başka yazara da dost ediyordu. Ama bazı kitaplar da var ki hayatınıza siz fark etmeden gelip girer. Bizim için Beşir Ayvazoğlu`nun `İslam Estetiği Ve İnsan` böyle bir kitaptı. Bizi hem bu ülkenin tarihinden ve hem de o tarihe merbut mirastan haberdar eden bir kitap. Edebi bir dilin derinlikli bir düşünceyi sırtladığı bu kitap bizim için cihannüma/cihanı gösteren oldu. Anladık ki çok kitap okumak değil `kaliteli` kitapları çok okumak önemli. Bütün bir varlığı bize yöneltilmiş bir sual, kendimizi ise bu suale karşı bir cevap arayışı bildik. Okumayı bir bütün olarak varlığı - insan zihninin bildiği o en geniş kavram olan varlığı- anlamak için zorunlu bir eylem olarak gördük.
Dostlarımız oldu, hem bizim hem de kitapların dostu olan. Biz onları yeni kitaplarla tanıştırırken onlar da bizi yeni kitaplara dost etti. Bilgiyi başkalarına satılan bir meta yahut belli sınavları geçmek için öğrenilen can sıkıcı şeyler olarak değil, Müslümanlar olarak Müslüman kalabilmemizin zorunlu bir sebebi gördük. Onun içindir ki yüzümüzü hem Muhammed İkbal`e çevirdik hem Fazlurrahman`a. Ne Muhammed Abid Cabiri`yi gözden çıkardık ne Hasan Hanefi`yi. Doğunun da Batının da Allah`ın olduğunu bildik, ne yüzümüzü doğudan ne de batıdan çevirdik.
Gelin varlığımızın farkına daha fazla varmak için ve Müslümanların var kalabilmesi/Müslüman var kalabilmek için okumaya devam edelim.