
“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık.” (Mâide Sûresi, 13)
Kur’ân-ı Kerim’de şahsiyet kalitesini gösteren en önemli ahlâkî erdemlerden biri olarak “ahde vefâ” gösterilir. Ahdini bozanların, diğer bir ifadeyle verdikleri söze sadakat göstermeyenlerin, ilâhî rahmetten uzak kalacakları ve gazab-ı ilâhîye maruz kalacakları vurgulanır. İyi düşünülürse bu çok büyük bir kayıp ve son derece acı bir felâkettir. Konuyla ilgili çok sayıda âyet-i kerimeden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birkaçına burada işâret edelim:
“Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir. Bir kısmı da (sözlerinin gereğini yerine getirmeyi) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb Sûresi, 23)
“Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf Sûresi, 2-3)
“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık.” (Mâide Sûresi, 13)
İnsanı Hakk’ın rahmet nazarından düşüren söze sadakatsizlik, insanlar nazarında da zor affedilen ve kişilik erozyonuna sebep olan bir karakter hastalığıdır. Böyle hastalıklı bir yapıya sahip olan kimseler arasından keyfiyetli adamlar çıkmaz. Bu nevi kimseler, Hakk’ın ve halkın yanında muhabbet, itibar ve saygıya asla mazhar olamazlar. Aldırmazlık, umursamazlık, ciddiyetsizlik, düzensizlik, dağınıklık, kendini beğenmişlik bunların ortak vasıflarıdır. Yine böyleleri ile huzurlu aile yuvaları, ciddi ortaklıklar, dava kardeşliği, yol arkadaşlığı gibi nitelikli beraberlikler de kurulamaz.
Sözünün eri olmayan kimseler, esasen bulundukları yerde fesadın, bereketsizliğin, istikrarsızlığın ve huzursuzluğun kaynağı olurlar. Böyleleri lanetten pay aldıkları için kendilerine yakın olanları da daraltır ve bunaltırlar. Hayatta bu nevi kimselerin çok sayıda örneklerine rastlarız. Meselâ:
Borç alırlar, fakat ödemeye söz verdikleri zamanda imkânları olduğu halde ödemezler. Borç verenin gönlünde küçüldükçe küçülür, buğz ve kin üretirler. Zamanı gelen çek ve senetlerini vaktinde ödeyen kimselerle, ödemeyen kimseler arasında, insaniyet kalitesi olarak yerle gök arası kadar büyük bir fark vardır.
Bir muallim düşünün ki, söz verdiği saatte dakika geçirmeden dersinde hazır bulunuyor. Bu üstadın, talebesinin gönlündeki büyüklüğü ile derse ne zaman geleceği belli olmayan bir öğretmenin seviyesi, elbette hiçbir zaman müsavi olmayacaktır.
Yeri ve saati önceden belirlenmiş bir toplantıya vaktinde hazır olan bir kimse ile geçerli bir mazereti söz konusu olmadan gecikmeli bir şekilde sonradan katılan herhangi bir üyenin kişilik kalitesi ve saygınlığı asla aynı şekilde değerlendirilmeyecektir.
İlan edilen saatinde başlamayan konferans ya da seminerlerde, çok sayıda insanı haksız yere bekleten bir konuşmacının, gönüllerde büyümesi, sözünün etkili olması nasıl düşünülebilir?
Söz verdiği saatte gelmeyen bir ziyaretçi, beklediği ilgi ve iltifatı nasıl bulabilecek, hangi meselesine nitelikli bir çözüm umabilecektir?
Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bizim medeniyetimizin kişilik terbiyesinde söze sadakat, namus sayılır. Ne yazık ki gönüllerdeki kul hakkı titizliği, insana saygı erdemi ve mesuliyet şuuru zayıfladıkça, bu yüksek ahlâk da çok az kimsede görülmeye başladı. Hâlbuki bizim büyüklerimiz, âlimlerimiz, âriflerimiz ve Hak dostları bu yüce fazilete çok büyük değer atfetmişlerdir. Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi –kuddise sirruh-, Üstazı Mahmûd Sâmi Hazretleri ile ilgili yaşadığı bir hatırasını şöyle paylaşır:
“Muhterem üstazımızın huzuru âlilerinde 25 sene bulundum, bir defa vakitlerinden fevt etmediler (verdikleri söze riayetsizlikleri olmadı). Yaşlı olmalarına, türlü türlü mazeretleri bulunabilmesine rağmen, yapılacak işi dakikasında yaparlardı. Fakir dikkat ettim, bir defasında, başka bir kardeşin arabasıyla bir yere gidilecekti. Ben de biraz yavaştan aldım yetişirim diye. 20-30 metre gerideyken üstazımız geldi, arabaya bindi, hemen koştum ama başlarını öbür tarafa çeviriverdiler. Yani “bu ne biçim sözünde durmak?” diye.”
İnsanı Hakk’ın rahmet nazarından düşüren söze sadakatsizlik, insanlar nazarında da zor affedilen ve kişilik erozyonuna sebep olan bir karakter hastalığıdır. Böyle hastalıklı bir yapıya sahip olan kimseler arasından keyfiyetli adamlar çıkmaz.
Ali Ulvi Kurucu Hoca anlatıyor:
“Şeyhu’l-kurrâ Eğinli Hacı Hâfız Hoca verdiği sözde ne pahasına olursa olsun duran bir insandı.
Bir keresinde bir Kur’an merasimine davet olunmuş. Bir genç hafızın “Aşere takrib” icazeti merasimiymiş. Hocaefendi, Şeyhu’l-kurrâ olarak merasimi idare edecek, duasını yapacak... Geleceğine dair söz vermiş.
O gece sabaha karşı, hocaefendinin altı yaşındaki küçük oğlu vefât etmiş. İcâzet merasimi öğleden önce yapılacak. Hoca, hanımına:
“Çocuğun üzerini örtün, ben gelirim, inşâallah” diyerek evden çıkmış. Ailesi, tabip getirecek, cenazeyi yıkamak üzere gassal getirecek, sanmışlar.
Hoca, merasimin yapılacağı eve gider. Duasını yaptıktan sonra müsaade ister. Ev sahibi:
“Efendim, yemek yenilecek” deyince:
“Allah razı olsun, Allah kabul etsin, ben dua için söz vermiştim; yemeğe vaadim yoktu. Sözümü icra ettim, dua bitti. Şimdi kıraat icâzetini tebrik ettiğimiz gibi, inşâallah âlimiyyet icazetini de tebrik ederiz... Benim acele işim var, eve gitmem lâzım.” cevabını verir.
Israr ederler. Onun üzerine açıklamak zorunda kalır:
“Bizim küçük mahdum, sizlere ömür, Allah’a emanet ettik, vefât etti...”
“Hocam, cenazeyi bırakıp mı geldiniz?”
“Cenaze benim oğlumdur. Bekler. Bir kişidir. Ama burada, diriler bekliyor... Bunca sene Medine-i Münevvere’de, Peygamber-i zîşanın komşuluğunu yapmış Eğinli Hâfız da sözünde durmazsa, kimler durur sözünde? Öyle olsa: Eyvah âhir zaman geldi, kimseye güven kalmadı demez misiniz? Şimdi gider, çocuğa ne gerekiyorsa yaparım...”
Bunu duyan cemaat de hazır olan yemeği hemen acele yiyip Hoca’nın arkasından koşup gelirler. Cenazeye bütün mahalle halkı katılır.
İşte hoca böyle mert, böyle sözünün eri bir adamdı.”1
Evet, söz konusu olan söz olunca, ne pahasına olursa olsun sözünün eri olmalı ki Hak katında ve halk nazarında “işte adam” denilebilsin.
Dipnot: 1- M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar, II, 387-388.