1642 yılında Şanlıurfa’da doğan Nâbî, Divan şairlerimiz arasında kendine özgü bir tarzın sahibi olarak dikkat çeker. Onun şiiri “hikemi” bir şiirdir. O, hemen bütün Divan şairleri gibi şiirlerini İslam ve tasavvuf inanışı çerçevesinde yazmış, diğer şairler gibi münacat, naat tarzında yazdığı şiirleriyle bir Müslüman şair olmanın bilinciyle hareket etmenin örneğini vermiştir. Bu tarz şiirleri arasında yazdığı bir Naat-ı Şerif ise gerek yazılış hikâyesi gerekse muhtevası ile edebiyatımızın hâlâ unutulmayan metinleri arasındadır.
Bu şiir, samimi peygamber sevgisinin anıt bir eseridir. Fakat, şiire geçmeden önce yazılış hikâyesinden bahsedelim: Anlatılanlara göre Nâbî, 1678 yılında devlet ricaliyle birlikte hac niyetiyle yola çıkar. Peygamber sevdalısı bir şair için Medine’ye gitmek, Hz. Peygamber’in kabr-i şeriflerini ziyaret etmek çok heyecan verici bir olaydır. Medine’ye yaklaştıkları sırada bu heyecan doruk noktasına ulaşır. Bu esnada bir gece istirahatinde iken bir paşanın ayağını Medine’ye doğru uzattığını görür. Bu durum onu son derece üzer. O anda kalbine dolan ani bir ilhamla şu naatı okur:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu,
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu,
(Cenab-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın)
Felekte mâh-i nev Bâbü’s-selâm’ın sîne-çâkidir,
Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu,
(Gökyüzünde hilâl, O’nun selâm kapısının yüreği, yaralı âşığıdır. Semadaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık yanağı O’dur)
Habîb-i kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette,
Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu,
(Burası Sevgili Peygamberimiz’in istirahatgâhıdır. Fazilet açısından ise Cenab-ı Kibriya’nın arşının da üstündedir)
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil,
Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu,
(Bu mübarek toprağın ziyasından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı)
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nabî bu dergâha,
Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.
(Ey Nâbi, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zira, burası meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübarek bir makamdır)
Paşa, Hz. Peygamber toprağındaki saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında şiire konu olan kişinin kendisi olduğunu anlamakta gecikmez. Hemen toparlanarak Nâbi’ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sorar. Nâbi de “hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı.” cevabını verir. Paşa, bunun üzerine bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbi, bu ricaya bir sükûtla cevap verir ve konu şimdilik kapanmış gibi olur.
Biraz sonra kafile, yola devam için harekete geçer. Sabah ezanı vaktinde Medine’ye ulaşırlar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebi müezzinlerinin bir naat okuduğunu fark ederler. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi’nin az önce okuduğu naattır. Nâbi de Paşa da bu durum karşısında hayrette kalırlar.
Namaz bitip cemaat dağılırken Nâbi ile Paşa, heyecan içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemez. Fakat Nâbi, ısrar eder. Bu naatı az önce kendisinin söylediğini belirtir. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmiştir. “Senin ismin Nâbi mi? diye sorar şaire. ”Evet” cevabını alınca ellerine kapanır ve olayın açıklamasını yapar. Cevap şöyledir: “Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ‘Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.’ diye buyurdu.”
Bu açıklama karşısında, Paşa’nın utancını, Nâbi’nin ise sevincini anlatmaya gerek yok sanırım. Zaten bu iki ruh halini tasvir de imkânsızdır. Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez ama Nâbi’nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Demek ki sevgili peygamberimiz bana “ümmetim” dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.”
Hadise bu kadardır. Bu olay, gerçekten vuku buldu mu, belgesi var mıdır gibi sorular doğrusu bu noktada hiçbir anlam taşımıyor. Olaya kalbi yaklaşmak gerekiyor. O da samimi sevginin kişiyi fizik ötesiyle iletişim kurabilecek bir noktaya getirecek zenginlikte olduğudur. Mesele burada Hz. Peygamber’e duyulan aşk meselesidir. Bu aşkın bir lütufla mukabele görmesidir. Bizim için de önemli olan bu aşkı, bu lütfu anlayabilmektir. Zira, nicedir hadiselere metafizik bakma sırrının uzağındayız. Pozitivist tortular, bizim de yüreğimizi bir şekilde kararttı. Her şeye sebep-sonuç, belge-bilgi açısından bakarak gerçeği görebileceğimizi sanıyoruz.
Nâbi’nin bu hac seyahatinde kendisine “salih bir amel” olarak kazandığı bu naat, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturur, peygamber sevginsinin, ona bağlılığının hangi boyutlarda olduğunu gösterirken, bir başka eserle daha taçlandırır bu kutlu seyahatini. O da bu hac ziyaretini nesir diliyle anlattığı ama yer yer şiirlerle de süslediği “Tuhfetü’l-Harameyn” isimli gezi kitabıdır. Bu kitapta anlatılanlar bu naatla birlikte okunduğunda Nabi’nin bu yolculuktan ne kadar ulvi duygularla döndüğü ve nasıl ruhsal bir arınmaya muhatap olduğu daha iyi görülecektir.
Şair Nâbi, sözünü ettiğimiz bu naatıyla hepimiz için nasıl imrenilecek bir noktada olduğunu gösteriyor bize. Ama onun bu sırrını anlamak istiyorsak aslında şairin müstear isminin manasından söz etmek gerekiyor. Bilindiği gibi şairimizin asıl adı Yusuf’tur. Nâbi, onun “hiçlik-yokluk” anlamına gelen mahlasıdır. Bilindiği üzere “Na” ve “Bi” kelimeleri Arapça ve Farsça’da “yok” anlamına gelmektedir. Nabi’nin ismiyle ilgili bu ayrıntı bize çok önemli bir hususu hatırlatıyor. Varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce “yokluk” elbisesini giymesi gerekiyor. Şair Nabi, kendine aldığı bu müstearıyla bize böyle bir ders de veriyor. (bk. Diyanet Aylık Dergi, Eylül 2010)