Fazilet ve erdem toplumu, ayıpları görerek değil, faziletleri görerek oluşur. Güzelliği çoğaltmak, güzel bakmayı bilenlerin hüneridir. Çirkinlik arayan çirkinlik bulacak ve onun kokusunu yayacaktır.
İstanbul’un İslâmbol olduğu yıllarda zât-ı muhteremin birisi, bir dükkân kiralayarak bal ticaretine başlamış. Adamın dostlarından Mevlevi dervişi Ahmed Efendi de tevafuken oradan geçerken bu yeri görmüş ve “Hayırlı, mübarek olsun!” diyerek nezaket icabı siftah olsun diye bir kilo bal istemiş. Balını alan Ahmed Efendi bereket dualarıyla ayrılmış.
Birkaç gün sonra dükkâna başka birisi gelmiş ve “Ahmed Efendi’nin selamı var, bir kilo bal daha istiyor” demiş. Balcı da tabii olarak vermiş. Sonra iş devam etmiş ve üç dört günde bir “Ahmed Efendi’nin selamı var, iki kilo... Ahmed Efendi’nin selamı var, bir kilo...”
Adam böyle böyle, bu hatırlı referansı kullanarak epeyce bal götürmüş. Aradan bir ay kadar geçmiş, geçmemiş Ahmed Efendi yine oradan geçerken dostuna bir selam verip:
“Nasıl, işler epey açıldı mı?” diye hâlini hatırını sormuş. Balcı da:
“Efendim! Teşekkür ederim; galiba bizim başlıca müşterimiz siz oluyorsunuz?” deyince, Ahmed Efendi pek bir şey anlayamamış. Bunun üzerine balcı da olan biteni teferruatıyla anlatınca mesele açıklığa kavuşmuş.
Dükkânın arka kısmında bunlar konuşulurken, tevafuka bakın ki, o arsız ve edeb yoksulu adam yine gelip “Ahmet Efendi’nin selamı var, iki kilo bal istiyor!” diye talepte bulunmuş. Dükkân sahibi de, adamı gizlice Ahmed Efendi’ye göstererek:
“İşte yine geldi. Ne emredersiniz efendim, adama haddini bildireyim mi?” deyince, bir edep âbidesi olan Mevlevî dervişi, karşısındaki bir edepsiz dahi olsa ayıbını ortaya döküp mahcup etmek istemeyerek şu cevabı vermiş:
“Hayır, yaptığı çok edepsizce de olsa bu insanı utandırmak bize yakışmaz. Sen yine ne istiyorsa ver, hesabın tamamını da çıkar ben ödeyeyim. Ancak, bundan sonra tekrar geldiğinde: “Ahmed Efendi’ye lâyık malımız maalesef kalmadı, kendisine hürmetimizi bildiriniz” diyerek ayağını buradan kesmeye çalış...”
Kullarının yine kulları nazarında küçük düşmesini ve aşağılanmasını istemeyen Yüce Mevlâmız:
“Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurât sûresi, 12) ikazında bulunur.
Konuyla ilgili Rahmet Peygamberi –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin de çok sayıda uyarısı vardır:
“Her kim bir Müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını, kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allah Teâlâ da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim Müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği bir şeyini ortaya çıkarır ve dile verirse; Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
İbni Mes’ûd radıyallahu anh’e, bir gün bir adam getirilerek, “Bu, sakalından şarap damlayan falanca kişidir” diye şikâyette bulunulur. O büyük sahabi de der ki:
“Biz ayıp ve kusur araştırmaktan menedildik. Kendiliğinden bir kusur veya ayıp ortaya çıkarsa, o zaman biz onun gereğini yaparız.” (Ebû Dâvûd, Edeb 37)
Bu uyarılarda anne-babalar, eğitimciler, idareciler ve toplumda saygı gören kimseler için yüksek bir fazilet telkini vardır.
Çocuğunu bir dedektif titizliği ile takip ederek onun eksiğini ve ayıplarını ortaya çıkarmayı büyük bir hüner sayan anne-babalar, bu hareketleriyle onları âsî evlat kılmanın yolunu açmış olacaklardır. Elbette terbiye adına takip lüzumludur; fakat bu, onları rüsvay etmek için değil, korumak ve doğruya yönlendirmek için olmalıdır. Elbette en güzel üslubu gözeterek, şahsiyetlerini rencide etmeden özel ve gizli bir yolla. Şahsiyetini rencide etmeden.
Yine gençliğin baharında bir yiğidi, akranının ve sevdiklerinin gözünde küçük düşürecek bir şekilde eksiklerini sayıp dökmek, eğitimcilik, ağabeylik ya da idarecilik değildir. Aile hayatında da durum farklı değildir.
İnsanı başkalarının gözünde küçültmek, onurunu incitmek ve yüzünün kızarmasına sebep olacak tavırlar sergilemek, onu düzeltmeye değil bozmaya hizmet eder. Muhabbet değil nefret tohumları eker. Ayıpları bildiği hâlde bilmezden gelmek ve nezaketli bir telmihte bulunmak suretiyle örtmek, kişiyi kendi şahsında utanma duygusuna teşvik ederken, ayıpları ifşa etmek, suçu savunmaya ve yanlışta ısrara sebebiyet verir.
“Biz ayıp ve kusur araştırmaktan menedildik. Kendiliğinden bir kusur veya ayıp ortaya çıkarsa, o zaman biz onun gereğini yaparız.” (Ebû Dâvûd, Edeb 37)
Başkalarını utandıranı Allah da utandırır. Hiçbir şey karşılıksız kalmaz. Zira bu, bir Hak kanunundur. Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem- bu hakikati şöyle ilan eder:
“Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu (günahı) kendisi de işlemedikçe ölmez.” (Tirmizî, Kıyâme, 53)
Hususiyle Hak katında mahcup olmamak için bu âlemde ayıp ve kusur arayan değil, ayıp örtücü fazilet erbabından olmaya çalışmalıdır. Zira:
“Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter” buyrulmuştur. (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58.)
Fazilet ve erdem toplumu, ayıpları görerek değil, faziletleri görerek oluşur. Güzelliği çoğaltmak, güzel bakmayı bilenlerin hüneridir. Çirkinlik arayan çirkinlik bulacak ve onun kokusunu yayacaktır.
İnsan tevazu maksatlı da olsa kendi ayıbını bile açığa vurmamalıdır. Günaha şahit oluşturmak, af kapısını kapatabilir. Diğer taraftan günahı ve ayıpları paylaşmak, başkalarına da kötülük işleme cüreti yükler. Bu itibarla Hakk’ın gizli bıraktığını ifşâ etme gafletine düşmemelidir.
Medeniyet tarihimizde ayıp ve kusurları görmezden gelme faziletinin eşsiz tabloları sergilenegelmiştir.
Rivâyete göre Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir evde insanlarla birlikte bulunuyordu. İçlerinde Cerîr İbn Abdullah (radıyallâhu anh) da vardı. O esnada Hazreti Ömer bir koku duydu. Oradakilere:
“Bu kokunun sahibi hemen kalkıp abdest alsın!” dedi. Cerîr:
“Ey Mü’minlerin Emîri! Buradaki herkes abdest alsa daha iyi olmaz mı?” dedi. Bu ince anlayışa hayran kalan Hazreti Ömer ona:
“Allâh sana rahmet eylesin! Sen câhiliyye devrinde ne güzel bir efendiydin, İslâm döneminde de ne güzel bir efendisin!” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, no: 8608)
Evet, ayıp örtücülük yüksek bir ahlâkî erdemdir. Zararı başkalarına sirayet etmeyecek eksik ve kusurları, ifşâ etmeden gizleyebilmek, olgunluk nişanıdır. Bununla birlikte bir kimsenin suçunu veya hatasını örtbas etmek, ona usulüne uygun tarzda, mümkün olduğunca gizlice nasihatte bulunmaya, kendisini ikaz etmeye mani de değildir. Günahı ve suçu alenî yapan fâsık ve fâcirleri ise açık açık uyarmak gerekecektir. Zira böylelerinin suçunu örtbas etmek, onları daha çok cesaretlendirecek ve kötülüklerinin artmasına sebep olacaktır. Ayıp ve kusurları örtme edebi, daha çok olup bitmiş bir suçla ilgilidir. Yoksa işlenmekte olan bir suçu gören kimsenin, eğer gücü yetiyorsa ona engel olması vâciptir.