Salih Eroğlu
İnsan, her ne zaman rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet verirse, “Rabbim bana ikram etti.” der. Her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, “Rabbim beni zillete düşürdü.” der. (Fecr Suresi, 15-16. Ayetler)
İçimde bir şehir vardı o zamanlar. Attığım her adımında beton olan. Gökdelenlerin etrafımı sarmaladığı. Kurşuni bulutların kapladığı gökyüzü altında. Gök gürültüsü, yağmur ve dolu sağanağında. Yürüyordum bu şehrin sokaklarında.
Şamanistler gök gürültüsünü tanrıların kızgınlığının alameti sayarlarmış. Vücut şehrimin sokaklarında çok mu öfke vardı acaba?
Evet, çok öfkeliydim. İçimde herkese ve her şeye karşı inanılmaz bir kızgınlık vardı. Yaşantımız halimize, halimiz yaşantımıza sirayet ediyor ya. Ocaktaki mercimeği yakmıştım mesela.
O gün yemek yapma sırası bendeydi. Evde nöbetçiydim. Sulu bir yemeği kızgınlığım sayesinde yakmayı başarmıştım. Öfkem yemeğe sirayet etmişti.
İnsan herkese ve her şeye karşı neden kızgın olur ki?
Bazı şeyler ters gidiyorsa hayatımızda bunda herkesin suçlu olamayacağı aşikâr. Hem hayatımızda her şey her zaman dümdüz gidecek diye de bir şart yok. İnişleri ve yokuşları olan bir yolculuk değil midir zaten hayat? Hele hele de inanmış biriysen, imtihan ve teslimiyet kelimelerinden haberdar isen; bu düpedüz tutarsızlık değil midir ey âdemoğlu?
İmtihan ve teslimiyet bilgisinin zihnimizde belirsizleştiği vakitler insanın kendisiyle ve etrafıyla savaş süreci başlıyor. Dolayısıyla insan kendisiyle barışık değilse kimseyle de barışık olamıyor.
Kendimle barışık değildim ve öfke benliğimi kaplamıştı. Böyle kaotik düşünceler ve haller içindeydim.
Bir akşam iş dönüşüydü. Servisten inmiştim.
Omzumda dizüstü bilgisayarım vardı. Evimize giden parkın içinden geçiyordum.
Dalgındım.
Parkın içinde koşuşturan ve oynayan çocuk sesleri geliyordu kulağıma.
Tam parkın ortasına gelmiştim ki kafamı kaldırdım ve sol tarafıma baktım. Yaklaşık 10 metre ileride koyun büyüklüğünde bir köpek gördüm. Köpeği görmemle onun sahibinin elinden kurtulup bana doğru hızla koşmaya başlaması bir oldu. Ne ileri doğru bir adım atabildim, ne de geriye doğru gidebildim. O çok kısa süreli zaman diliminde köpek bana çarptı.
Evet, yanlış duymadınız dostlarım. Bana koyun büyüklüğünde bir köpek çarptı.
Ben bir yana savruldum, dizüstü bilgisayarım bir yana.
Hani futbol maçlarında bir futbolcu diğer futbolcunun ayağına kayarak müdahale eder ve müdahale edilen futbolcu artistik bir şekilde yere kapaklanır ya. Ben de öylece kapaklanıverdim işte. Bileğimin üstüne düştüm.
Ayağa kalkmayı başardığımda bir çocuk kolumu havaya kaldırıyordu; kolumun kırılıp kırılmadığını anlamak için. “Acıyor mu abi” diye soruyordu. Diğer bir çocuk da dizüstü bilgisayar çantamı elinde tutuyordu. Başka bir çocuk ise köpeğin sahibine sorumsuzluğundan dolayı kızıyordu köpeğine sahip olamadığı için.
Bu hengâme arasında bana çarpan köpekle göz göze geldik. Bir köpeğin gözlerinden ne kadar mana okunabilirse o kadar okudum. Köpeğin gözlerine âşık oldum ve hayatım bambaşka bir mecraya girdi diyeceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Âşık olmadım ama hayatımın farklı bir mecraya girdiği doğru. Çünkü köpek bana beni hatırlatmıştı.
“Kendine gel ve daha da ileri gitme. Bu öfke varlık şehrini tarumar edecek. Kendinle barış. İnsanlarla barış. Hayatla barış” demişti. O zaman “öfke” ruhumda beyaz bir bayrak dikti. Anladım ki teslim olmuştu. Ruhumdaki beton yığınlarını yıkmaya karar vermiştim.
Kuşlar, börtü böcekler ve ağaçlarla dolu bir şehir kurmaya niyet etmiştim.
Fakat unutmamamız gereken bir konu var. İnsanız neticede. Duygularımız daim değişir. Öfkemiz patlamaya hazır bir volkan gibi tetikte bekleyebilir. Şeytanın çağrısına icabet etmek onu tekrar depreştirebilir. Ama sabır ve şükür ipi vermiş Hakk Teala bize. Bu iplere tutunup felahı bulsak gerektir vesselam.