Ah Prag! Avrupa’nın büyülü yüzü, Çekoslovakya’nın gerçeği, Kafka’nın yalnızlığı.
Turuncunun her tonuna sahipti sonbahar. Tabiat uyumadan önce alev alev yanar, sararıp solmasına birkaç hafta kala şehri büyülü bir tabloya dönüştürürdü. Prag uyuyan güzel gibi hasretle gözlerini açmayı beklerken sonbaharın ilk öpücüğüyle yapraklarını silkeler, bu değişim şehre yakışır, onu vazgeçilmez kılardı.
Kral bahçelerine yapraklar yağmış. Yürüdükçe ayaklarımın altında çıtırdayarak kırılıp bükülüyorlar. Rüzgar dalgalandırıp tortop savurdukça gömülüyorum yaprak denizine ve hemen yanımdan dünyanın en büyük antik kalesi olarak Guinnes Rekorlar Kitabı’na giren şatonun güçlü duvarları yükseliyor. Bir zamanlar Bohemya, Kutsal Roma İmparatorluğu kralları ve Çekoslovakya liderlerine ev sahipliği yapan binalar bugün cumhurbaşkanına ev sahipliği yapıyor. Yanında koruma olmadan dolaşan başkan St. Vitus Katedrali’nin önünde turistlerle konuşup muhabbet ederken alkol kokan nefesini saklamaya bile gerek duymuyor.
Binlerce insan her gün farklı yönlere dağılırken gösterişli kapının önünde iki asker kıpırtısız nöbette. Kimi altın yolu, kimi oyuncak müzesini, kimi de St. Vitus Katedrali’ni ziyaret edip dilek kuyusuna birkaç kron atıyor. Kimse turistlere üstü ince demir işlemeli zarif kuyunun foseptik çukuru olduğunu söylememiş.
Savaşların, sellerin, acımasız Hitler’in bile dokunmaya kıyamadığı alımlı şehir Vltava Nehri’nin parlayan sularıyla daha da güzel. Barok, rokoko, art nouveau binaların siluetleri nehre yansırken Mozart’ın üzerinde yürüdüğü iki yüzyıldır değişmeyen parke taşlı sokaklarda faytonlar geziyor. İnşasında on bin yumurta akı kullanılan Charles Köprüsü’nün iki yanı hikayesi olan heykellerle süslü. Turistler ellerini Aziz Nepomuk heykeline sürüp bir yandan bronzu parlatırken istedikleri dilekler, Aziz’in yoğunluğundan dolayı ancak bir yıl sonra gerçekleşse de kuyruk uzamaya devam ediyor. Oysa Nepomuk kralın kıskançlık hışmına uğrayıp köprüden aşağı atılan ve gerçeği öğrenince de suçluluk duygusuyla kutsallaştırdığı kraliçenin en yakın arkadaşından başkası değil. Ya Hıristiyanları zindana atıp başlarında bekleyen sarıklı gardiyana ne demeli? Prag’ın en büyük korkusuydu Osmanlının Avrupa’da ilerleyişi ve sanat farklı fikirleri ortaya koymanın en zehirli yoluydu. Oysa hikayeler yalandı, tarih sahtekar.
Yeni bir sabaha şehrin meydanından başlamayı severim. Kahveler demlenmede, sokak satıcıları, faytonlar, turistler henüz sokağa dizilmeden önce... Kimse bu kadar erken gelmez saatin gösterisini seyretmeğe. Ve her saat başı yelkovan on ikiye dokunduğunda ölümü hatırlatan iskelet çanı çalar. Dört kukla hareketlenerek nasihat verir seyircilere. Aynada yüzünü seyreden “kendini beğenmişliği” elinde bir kese altın taşıyan Yahudi “cimriliği”, mandolin çalan Osmanlı “gece hayatına ve sefahate düşkünlüğü” simgeler. Aşağıda sessiz sakin durup bilim, adalet, astronomi ve eğitim için çabalayan kuklalar unutulur. Açılan pencereden geçen on iki havari şaşırıp kalır dünya hevesinde debelenenlere.
Güneş’in, Dünya’nın ve Ay’ın konumlarını gösteren astronomik saati 1410 yılında yapan Hanuş ustanın kaderini bencil belediye reisi çizer. Emsali olmayan saate başka şehirler sahip olmasın diye ustanın gözüne mil çektirir. Kalbi kırılan usta saatin çarklarına bırakır kendini ve kuklalar susar ancak yüzyıllar sonra bu saati tamir edebilecek ustalar yetişir.
Eski şehrin en güzel manzarası saat kulesinin üstündeki balkondan seyredilir. Küçülen insanlar, oyuncaklaşan arabalar ve ne kadar yükseğe tırmanırsam tırmanayım yakalayamadığım bulutlar. Ah Prag! Avrupa’nın büyülü yüzü, Çekoslovakya’nın gerçeği, Kafka’nın yalnızlığı.
Nazım Hikmet’in kahvesi Slavia’da oturuyorum. Ne onun gibi şiir yazdım ne de İstanbul’u onun kadar özledim. Bir hafta sonu kaçamağı, Kafka’nın yazıları gibi yarım kalmış bir yolculuk benimkisi...