Etrafımızdaki ülkelerde milyonlarca insan yıllardır kan banyolarında yıkanırken, bizim nasibimize bir sükûnet adasında rahatça yaşamak düştü. Bu da, sorumluluklarımızın ve hesabımızın çok daha çetin olduğunu gösteriyor.
‘Arap Baharı’ adı verilen bölgesel türbülans başladığında, El Cezire televizyonundaki stajımı tamamlamak için Katar’ın başkenti Doha’daydım. Çalıştığım bölümde çeşitli Arap ülkelerinden farklı yaşlarda profesyonel gazeteciler vardı.
Seyyar satıcı Muhammed Buazizi kendini ateşe verdikten hemen sonra, Tunus’tan ilk gösteri videoları ham halde kanala gelmeye başladı. Videolara şöyle bir göz atan Tunuslu bir hanım gazeteci arkadaş, ki ailesi de orda yaşıyordu, “Ben ülkemi iyi tanıyorum” demişti, “Bu gösterilerden bir şey olmaz. Herhangi bir şeyin değişmesini beklemeyin.” Derken, birkaç gün sonra 1987’den beri ülkeyi demir yumrukla yöneten Zeynelabidin Bin Ali’nin, müsrif eşi Leylâ Trabelsî’yi de yanına alarak Suudi Arabistan’a kaçtığı haberini aldık.
Bin Ali’nin devrilmesinden sonra Ömer Bin Hattab Mescidi’nde, Yûsuf el Karadâvî’nin de katıldığı bir kutlama töreni tertip edildi. Konuşmacılar, Ortadoğu’da yeni bir dönemin başladığını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, İsrail’in hâkimiyetinin sona erdiği günlerin nihayet geldiğini vs. içeren ateşli nutuklar söylediler. Tören ilahilerle devam etti, duayla bitti. Karadâvî’nin hemen yakınında oturuyordum, onun heyecanına ve coşkusuna da bizzat şahitlik ettim orada.
Doha’daki o günlerde hiç unutamadığım bir sima da Cezayirli bir gazeteci ablaya ait. Türkiyeli olduğumu öğrenince, her molada sessizce yanıma gelir, “Gaziantep’e yerleşmek istiyorum. Ev fiyatları nasıl acaba?” diye masum sorular sorardı bana. Yaşı herhalde 50’nin üzerindeydi. Gaziantep’e yerleştiği takdirde, Halep ve Şam’a kolayca gidip gelebileceğini söylüyordu. Suriye’nin bu hale geleceğini kim tahmin edebilirdi ki?
‘Arap Baharı’nın sonraki aşamalarında İslâm ülkelerinde kan gövdeyi götürdükçe, hem Karadâvî ve diğerlerinin çocuksu sevinçlerini, hem de Gaziantep’e yerleşme hayalleri kuran o Cezayirli ablayı sık sık hatırladım, içim sızlayarak.
* * *
Toplumların da kaderi var elbette. Etrafımızdaki ülkelerde milyonlarca insan yıllardır kan banyolarında yıkanırken, bizim nasibimize bir sükûnet adasında rahatça yaşamak düştü. Bu da, sorumluluklarımızın ve hesabımızın çok daha çetin olduğunu gösteriyor. Hatta öyle ki, Rabbimizin huzurunda hesap verirken, başına bomba yağan insanların yerinde olmayı dileyeceğimiz suallerle bile karşılaşabiliriz. Bu işin şakası yok.
* * *
‘Arap Baharı’nı dışarıdan seyreden bizlerin birinci sorumluluğu, olayları doğru biçimde okumak olmalı. Ki, gelecekte başka coğrafyalarda buna benzer hadiseler zuhur ettiğinde, bugün yapılan yanlışlar tekrarlanmasın. Suriye, Mısır, Libya ve diğer ülkeler, tarihlerinde ilk kez karışmadıklarına göre, bugün yaşananlardan geçmişe ve geleceğe dönük dersler çıkarabilmek de mümkün olsa gerek.
Olayların doğru biçimde okunabilmesi için gereken birinci şart, tarihi ve coğrafyayı derinlemesine tanımak. Ülke ülke, bölge bölge ve nihayet bütün bir İslâm dünyasının tarihine ve coğrafyasına dair zihinlerimizde hiçbir boşluk ve kopukluk kalmamalı. Ders çalışır gibi, üniversite sınavına hazırlanır gibi her bir ülkeyi çalışmamız lazım. Herhangi bir gelişme olduğunda, onu o ülkenin dengelerinde ilgili yere koyabilmek, böylece manzarayı doğruya en yakın şekilde okuyabilmek gerekiyor.
İkinci şart, bir Batı ve bir Doğu dilini en iyi şekilde öğrenmek. Mümkünse, bunun üstüne başka diller de koyarak, bölgemizi kendi ana dilleri üzerinden izleyebilecek noktaya gelmek, kaçınılmaz bir mecburiyet.
Ve son olarak, mümkün olduğunca bölgeyle ve bölge insanıyla temas gerekiyor. Seyahatlerle, uluslararası buluşmalarla, misafirliklerle Ortadoğu’yla aramızdaki uçurumları kapatmak ve safları sıklaştırmak da hayati önem arz ediyor.
Eğer bütün bunları yapmazsak; olayları sadece sosyal medyanın öğütücü çarklarından düşen küçük malumat kırıntılarıyla takip etme kolaycılığına kapılırsak, ne bugünü anlamamız mümkün olacak, ne de gelecekteki başka imtihanları verebileceğiz.
* * *
Bombalarla ve katliamlarla sınanmıyoruz; bizim imtihanımız, bolluklardan ve imkânlardan ne üretebileceğimizle ilgili şimdi. Bu, aynı zamanda başka coğrafyalarda acı çeken kardeşlerimize karşı da tarihî sorumluluğumuz.