Benim adım Hacı Baba. Anadolu’nun şirin bir köyünde yaşıyorum. Köyün en yaşlı ve en uzun sakallı dedesiyim. Çocuklar beni çok severler, yanıma gelip sakallarımı tararlar. E tabi bende onları çok severim. Bir de hayvanları, özellikle ren geyiklerini. Kadifemsi boynuzları, gri postları ve beyaz kuyruklarıyla beni büyülerler; büyüler büyülemesine de Müslüman olduktan sonra geyikleri hayır niyetine kurban edip, yerine sekiz Ankara Keçisi aldım. Biraz inatçı olsalar da sadık hayvanlar. Geçenlerde süt sağarken aralarından en yaşlıları Kar Beyaz bana soru sordu. “ Bizden önce Renolarla ne yapıyordun diye?” bende başladım anlatmaya.
Ben yıllar önce Hristiyan’dım. Papa denilen adama da çok benzerdim. Adım da Noel Babaydı. Bir sürü renom vardı. Herkes uyuduktan, ben ise renoları kalkışa geçirdikten sonra hediye isteyen çocukların evlerinin bacalarından hediyeler bırakırdım. Hatta arada sırada evlere de girerdim. Nereden mi? Tabi ki de bacadan. Sonra da mutfaktan aşırdıklarımızla Renolarla güzel bir ziyafet çekerdik. Günler böyle gelip geçiyordu, ta ki o Keşanlı Müftüyle karşılaşıncaya kadar.
Son seferimde Sekiz Renonun yedisi periyodik bakıma alınmıştı. Ben de tek Renoyla uçak gibi Allah ne verdiyse gidiyordum. Eee Renoyla uçak gibi gidersen kaza yaparsın. Bulutlara bir anda dalınca kontrolü kaybettim, Allah’tan yanımızda paraşütümüz vardı da kurtulduk. Düşüşümüz çok sert değildi ancak Reno Rafael’in ayağı incinmişti. Tek başıma yola devam etmek zorundaydım. Hava çok soğuktu, burnum kıpkırmızı kesilmişti. Çok acil bir yere sığınmam gerekiyordu. Yürümeye devam ettim, sakallarım buz tutmaya başlamıştı. Ellerim ve ayaklarım zangır zangır titriyordu. Ölmekten ilk defa o zaman korkmuştum. Aniden bacası duman tüten bir ev gördüm. Serap olamazdı herhalde. Adımlarımı hızlandırdım. Rüzgâr çok sertti. Işığa gittikçe yaklaşıyordum, yaklaştıkça heyecanım artıyor, korkum gittikçe azalıyordu. En sonunda eve vardım. Kapıdan girmek hiç de âdetim değildi. Kapıdan girsem mi diye düşünürken, “Aman boş ver en iyi yol bildiğin yoldur hoh hoh ho.” Diyerekten çatıya çıktım. Bacaya yaklaşınca kendimi aşağı salıverdim.
Ben aşağıya iner inmez odaların birinde kıyamet koptu. Diyecek bir şeyim yoktu. Galiba beni hırsız zannetmişlerdi. Ne yapacaktım bilmiyordum, en iyisi efendice oturmak dedim ve sedirin üstüne oturdum. Ev sahibi “ Kim var orada? ” diye bağırıyordu. Ben ise sesimi çıkartmamayı tercih etmiştim. Oturmaya devam ettim. Bir elinde tüfek, diğer elinde kandil tutan bir adam gözüktü kapı arasından. Tüfeği görünce ödüm koptu, “Aman, dur !” dedim ve hemen kendimi tanıttım. “Ben Aziz Nikola, tam da çocuklara hediye dağıtacakken kaza yaptık. Geyiğimin ayağı incindi ve buraya kadar yürüdüm.” Önce güldü, sonra silahı doğrulttu ve “Sakın hareket etmeye kalkışma.” dedi. Haklıydı, benim evime gecenin bu saatinde kırmızı kaftan giyen birisi gelse çoktan öldürmüştüm bile. Ama bu adam farklıydı.
Karşıma geçti, beni baştan aşağı süzdü. Biraz şüpheli biraz da alaycı bir bakışla “Dürüst olsan bacadan girmezdin bre adam.” dedi. Öyle deyince ne yapacağımı şaşırdım. Adam gözlerini gözlerime dikmiş gayet ciddi ve sinirli bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım, çaresizce etrafa bakınmaya başladım. Galiba bakışlarımdan masum olduğumu anladı ve siniri bir nebze yatıştı. Duvarda Arapça yazılar vardı. Daha önce Mısır’da bulunduğumdan Arapça biliyordum. ” O en büyüktür, tektir.” yazıyordu duvarda. “O Kim?” dedim. “O Allah bizim yaratıcımız, Âlemlerin Rabbidir.” dedi. Tamam, bizim yaratıcımız vardı. Tanrı, Oğul İsa ve Rûhulkudüs vardı. Ancak Tanrı tek değildi, Meryem oğlu İsa tanrı değil miydi? “Hayır, yanlış biliyorsunuz. “ dedim. Tam da tartışılacak bir konuydu, ama yapmadı, gitti; ellerini, ayaklarını yıkadı. Beni karşısına oturttu ve Din-i Mübin-i İslam’ı anlatmaya ve yaşatmaya başladı.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diyerek başladı konuya. Sonra Arapçasından okumaya başladı. Kulaklarım daha önce bu kadar güzel bir ahenkle karşı karşıya kalmamıştır herhalde. Bu geyiklerimin homurtularından bile daha güzel gelmişti bana. ”İkra, İkra” dedim. O okuyordu ben dinliyordum. Hani Yusuf Peygamberi gören kızlar ellerini kesmişlerdi ya. Hz. Yusuf’u görünce aşk sarhoşu olmuştu onlar. İşte ben de onlar gibiydim. Yıllardır aradığım şarabın, Ab-ı Hayat suyunun tadına varmıştım. Ben İslam deryasından katreler tatmıştım.
İlk başlarda ön yargılıydım. Ya bu yol yanlış ise, ya doğru yoldan çıkıyorsam. “ diye çok düşündüm. Hâlbuki Kuran-ı Kerimi okudukça sayfalar bana açılıyordu. Kelimeler derinleşiyor. İkinci boyuttan, üçüncü boyuta geçiyordum. Beni İslam yapan buydu. Beni İslam’a teslim ettiren şey buydu. Merak ettim, yıllardır ot yemeyen bir ren geyiği gibiydim. Kur’an-ı Kerim’e o kadar açtım ki…
Hacı amcayla tanıştım. Trakya’da Keşan’da Osmanlı kadısıymış. Bana dertlerini anlattı. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a gittiğini, Kutsal Emanetleri getirmeye gittiklerini söyledi. Bunu der demez aklıma Sahra Çölü geldi. O sıcak, o kuraklık. Sadece onun için, Peygamber Efendimiz İçindi. Bu ne büyük dertti, ne büyük azimdi. Bunu koskoca Osmanlı Sultanına yaptıran şey İslam’dı. İslam ise karadelik gibiydi, insan bir adım yaklaşırsa, o kendini on adım yaklaştırıyordu. Artık Müslümandım. Artık evlerden yiyecek aşırmak, çocuklara yanlış hediyeler dağıtmak yoktu. Artık uçan geyikler yoktu, kaçan keçiler vardı. Hem de tiftik keçileri…