Çoğumuz Mevlana diye tanırız… Konya’ da meftun bulunan ve yedi öğüdüyle biliriz zat-ı muhteremi… Gerçek adı Muhammed Celâlettin’dir. Efendimiz anlamına gelen Mevlana ismi o daha genç iken medrese hocalığı yaptığı esnada verilmiş. Şems-i Tebrizi de dâhil, oğlu Sultan Veled’den itibaren Mevlana’yı sevenler kullanmış. İsmi yerine sembolü ile anılmış. Rumî ise Anadolu demek. Uzun süre Konya’da, Diyar-ı Rum denilen Anadolu’nun bağrında kaldığından ve türbesinin Anadolu’da bulunmasından dolayı Rumî denilmiş.
Kendileri Moğol istilasından kaçarak, Horasan’ın Belh şehrinden gelmiş, önce Larende’ye (Karaman) sonra Konya’ya yerleşti. Babası âlimler âlimi “Bilginlerin Efendisi” diye anılan Bahaeddin Veled’dir. Hani Mevlana Türbesine girdiğiniz zaman ayakta bulunan, dimdik olan mezar var ya. İşte orada meftun bulunuyor. O mezarın halk arasında bir hikâyesi var. Bana da babaannem anlatmıştı, onu gerçek sanırdım. Sonradan öğrendim, asıl hikâye şöyle:
Mevlana’nın babası Konya’da sarayın gül bahçesinde metfun bulunur. Sultan bir hafta tahtına çıkmaz, halk yas tutar. Bilginlerin Efendisi’nin müritlerinin ısrarları sonucu Celaleddin Hazretleri yani Mevlana onun yerine geçer. Mevlana Hazretleri Şems-i Tebriz’iyle tanışır. Ondan çokça ilim alır. Daha sonra ilk 18 beytini kendi yazdığı Mesnevi, müridi Hüsamettin Çelebi tarafından yazılmaya başlanır. Mevlana söyler, müridi yazar. Bu yapıt tam 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik devasa bir eserdir. Ee Mesnevi biter, aradan yıllar geçmiştir. Mevlana Hazretleri de epeyce yaşlanmış ve yorgun düşmüştür. Şeb-i Arus gününü beklemektedir. Yorgun ve hasta olan bedeni daha fazla dayanamaz ve Mevlana Hazretleri vefat eder. Babasının yanına gömülecektir. Nâşı babasının yanına geldiği vakit, Bahaeddin Veled, oğlu Mevlana’nın ilmine, irfanına duyduğu saygıdan dolayı ayağa kalkar.
İşte hikâye budur. Halkımız çok sevmiştir Mevlana’yı. Anadolu’nun gülü, bozkırın incisidir Mevlana. Mevlana Müzesi eski müdürü Erdoğan Erol, bu konuda 8 yıllık bir araştıramadan sonra şöyle konuştu:
“Mevlana Celaleddin Rumî’nin vefatının ardından Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev gösterişli bir türbe ile birlikte Mevlana`nın mezarının üzerine konulmak üzere normal sanduka ölçülerine nazaran oldukça büyük ceviz ağacından baş tarafının yüksekliği 2 metre 65 santimetre olan, 2 metre 91 santimetre uzunluğunda, 1 metre 15 santimetre eninde ahşap bir sanduka yaptırdı. Sanduka üzerine de Kuran-ı Kerim`den ayetler, Mesnevi ve Divan-ı Kebir`den ölüm ve ahiret temalarını anlatan beyitler yazdırdı.
Mevlana`nın oğlu Sultan Veled 1312 yılında ölünce babasının hemen yayına defnedildi. İki mezarın üzerinde, tek kişilik bir sanduka bulunduğu için daha sonra dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman, gök mermerden; Mevlana ve oğlu Sultan Veled için eni 3 metre 10 santim, boyu 3 metre 80 santimetre ve yüksekliği de 89 santimetre olan yeni bir sanduka yaptırdı. Mevlana`nın eski ahşap sandukası 1565 yılında yerinden kaldırılarak, yeni mermer sanduka yerleştirildi. Üzerinde Kuran-ı Kerim`den ayetlerin yazılı olduğu ahşap sandukanın da Mevlana`nın babası Bahaeddin Veled`in Horasan çamurundan yapılmış sandukasının üstüne konuldu."
Demek ki insanımız bu kadar bağlanmış Mevlana’ya. Moğollar, toplu katliamlar, yıkılan şehirler, Selçuklu Devleti’nin durumu, fakir halk… İnsanlar bu kadar bunalmışken, Mevlana gibi bir insan; bu mübarek topraklara ve insanlara ancak Allah’ın bir hediyesidir. Mevlana, kuruyan bozkıra hayat suyu oldu adeta. Mesnevi ile günümüze ışık tuttu. İnsanların manevi açlığını doyurmaya aracı oldu. En başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere, Mesnevi ile Divan-ı Hikmet ile birlikte insanlar doydu, mutmain oldu. İnsanımız ağzının tadını gerçekten iyi biliyor… Anadolu’nun yemekleri de bu yüzden güzel olsa gerek…