Uyuyordum. Yatağım sıcak ve rahattı. Zaman su gibi geçiyordu. Rüyalar görüyordum. Çok severdim rüya görmeyi. Ecdad`tan Fatih Sultan Mehmed`ın, Yavuz Sultan Selim Han`ın, Selahaddin Eyyübi`nin ve Tarık b. Ziyad`ın yanına uğrardım soğuk gecelerde. Savaşlar yapar, kâfirleri öldürürdük. Sonra bana hikâyeler anlatılırdı başka başka insanlar. İstanbul`u nasıl fethettiğimizi, haçlıları nasıl defettiğimizi falan… Masal zannederdim bunları. Atalarımın, geçmişimin hayatını masal zannetmiştim, yanılmıştım. Rüyalar gayet güzel geçiyordu, kadınlar, paralar, mal, mülk vs… Kendimi cennette zannediyordum; ahmakmışım, yanılmışım.
Yanıldığımı Yavuz Sultan Selim Han`dan yediğim bir tokatla anladım. Adeta bu tokat, kulağına küpe olsun demişti. O simsiyah ve büyük pala bıyığıyla, kelli felli vücuduyla beni öyle bir sarsmıştı ki feleğim şaşmıştı. “Ne oluyor? ” demeğe kalmadan söze başladı. Tok sesiyle “Evlat” dedi. Ben devamını duyamadan uyandım, tırsmıştım. Bu tür uyanmalar bu aralarda çok oluyordu. Bir öncekinde Sultan II. Mehmed Han bana bedduası ve lanetinin yazılı olduğu parşömen kâğıdı okumuştu.
Dayanamayıp okulumun yolunu tuttum. Tarih öğretmenime, Osman Hoca`ya gittim. Kendisi ismiyle çok uyumluydu, giyinmesi, oturması, kalkması tıpkı Osmanlı beyefendisiydi. Osmanlıcayı çok güzel konuşurdu. O da tok bir sese sahipti “Evlad” dedi uyanmak istedim ama nafile. Bu tamamen gerçekti ve kaçış yoktu. Çay bahçesine gittik ve birer çay söyledik. Anlaşılan çaylar gibi koyu bir muhabbet başlayacaktı. Ve başladı masallar diyarından geldiğini zannettiğim, Devlet-i Aliye-i Osmaniye`yi anlatmaya.
Çok güzel anlatıyordu Osman Hoca. Fatih Sultan atını denize sürerken Osman Hoca da sanki atın üstünde dizginleri tutarmış gibi hareketler yapıyor galeyana geliyordu. Sohbetimiz bitmiş, geriye bir çay içimlik demliğimiz, bir demlik muhabbetimiz kalmıştı. Osmanlı Hanedanlığının; vatanı, ümmeti, devleti, kültürünü, geleneğini kısacası benliğini yani İslam`ı nasıl muhafaza ettiğini anlatmıştı. İslam muhafızı olabilmek için veya öyle olduğu için 700 küsur yıl at koşturduğu, o savaştan bu savaşa deli kısraklar gibi koştuğu, Allah`ın emri olan cihadı nasıl yaptığı kalmıştı aklımda.
Hava kararmış sokaklar boşalmıştı. Etrafta eve gitmemek için mızmızlanan çocukların sesiyle onları eve çağıran anne ve babaların bağrışmalarından başka ses yoktu. Eve gelmiştim, namazımı kılıp uykuya daldım. Bakalım ne olacaktı?
Evet gördüm. Onu gördüm. Varlık sebebimizi, kutlu nebiyi, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) görmüştüm. Sadece yüzüme bakıyordu, hiçbir şey söylememişti. Ancak bana bu bile yetmişti. Uyandım ve ağladım. Bana bir şey dememişti. Kutlu Nebî bile susmuştu. Yavuz Selim, Fatih Sultan, bana cevap vermiyorlardı ama neden. Düşündüm, epeyce uzun bir zaman düşündüm, biraz Kur`an-ı Kerim okudum. Ben ne yapıştım ki? Sonradan anladım. Benim hatam; hiçbir şey yapmayışımdı.
Osmanlı, Selçuklu hanedanlıkları gibi davam olmamasındandı bütün bu muamele. Selahaddin Eyyübi Hazretleri gibi dertli olmamamdan dolayıydı. Ki o; Kudüs fethedilinceğe, Kudüs fatihi oluncağa kadar gülmedi, gülemedi. Bir sultan ki en büyük derdi Kudüs`tü. Benim eksiğim buydu işte. İslam`ın derdiyle dertlenmediğimden dolayıydı bütün bu mesele. Arakan, Çeçenistan, Doğu Türkistan ve daha nice yer şehit olurken, şehadet şerbetiyle açılacak ölüm orucunu tutarken benim onları görmezlikten gelmem, duymazlık yapmam ve onları dillendirmeyişimdendi. Hz. Ali`nin bir sözü vardır. “Eğer onlara fiili olarak bir şey yapamıyorsanız dillendirin, yayın.” Ben onu da yapmıyordum. Resmen üç maymundum, tek de değil, üç.
Yazıklar olsun dedim kendi kendime. Kendimi muhafaza edememişim ki; civarımdan, haramdan ve hayattan. Muhafazakâr değilim ki davam olsun, davam yok ki muhafız-ı İslam olayım. Zaten Hz. İnsan davası olduğu için muhafız olmaz mı? Yazıktı bana çamura batmış yakut misali.
Bu muhakeme dünyasında sistemi yargılamam gerekti. Bu mahkemede Hâkim`in El-Hakk olduğu, sadece hakemin hikmetiyle hükmedilen bu fani dünyada, davacı olmalıydım ben. Sistemden ve o sistemi kuran kişiden veya kişilerden davacı olmalıydım. Hem davacı hem de örnek olmalıydım. Örneğim ise peygamberim olmalıydı. Avukatım İlahinâme ve Peygamber Efendimin (s.a.v.) sünneti olduğu halde davacı değildim. Baş kaldıramamıştım sisteme. Başımı deve kuşu misali sisteme gömmüştüm. Sistem dediğim ise; nefsimin sistemi, kâfirin sistemi yani İslami olmayan bütün sistemler.
Benim ateş ve barut misali bir halim vardı. Gençtim, toydum. Her yanda ateş vardı. Her yanım da ateşle çevriliydi. Beni kendi içine çekmeye çalışıyordu. Ben ise baruttum, ateşe dokunsam havaya uçacak, sağı solu patlatacak, barajmış setmiş ne varsa yıkacaktım.(!) Benim sırla kaplanmış sırlı bir kutu olmam gerekirdi. Benim sırrımın İslam olması gerekirdi. Benim yeniden uyanıp, ayağa kalkıp okumam gerekirdi. Yaradan`ın oku demekten kastettiği şeyi...
Hz. Peygamber (s.a.v.) elini açmış dua ediyordu, Sultan Alparslan gülümsüyor, Kanûnî yanağımı okşuyor, Hz. Ebubekir ise elimi tutuyordu, Ya Râb… Ben sendim. Ben bugünün uyanmışı, yarının uykusuzu cennetin ise yaşıydım. Ben gençliktim. Deli dolu yıllar, doludizgin geceler hikâyesi…