
Türk basınının durumu bu günlerde hararetli bir şekilde tartışılıyor. Türkiye’de basın meselesi yeni bir mesele değil. Meselenin dünü olduğu gibi bugünü de var şüphesiz yarın da bu mesele öyle ya da böyle tartışma konusu olacak.
Doğduğundan bu yana Türk basını istibdatı, davaları, cinayetleri… gördü. Haksız yere hapishanelere düşen, fail-i meçhul bir cinayete kurban giden, fikirlerinden dolayı kapı dışına atılanlar gazetecileri hem basın hem de bu toplumun bireyleri gördü, yaşadı. (90’lardaki gazeteci cinayetleri, yakın geçmişte Nedim Şener’in haksız yere hapise yollanması vb.)
Üç-dört aya yakın zamandır basının durumu yine tartışma konusu. Ülkenin sert siyasi havası da bu duruma sebep oluyor muhakkak. Bardağı taşıran son damla ise geçen hafta Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan’a yapılan saldırı oldu. Son günlerdeki gazetelere baktığımızda bu olayla ilgili çok haber yapıldı, yazı yazıldı. Tartışmalar ise çoğunlukla (özellikle muhalif basınca) iktidar-basın çatışması olarak gösterildi. İstiklal Caddesi’nde basın özgürlüğü için gösteri yapıldı.
Öncelikle Ahmet Hakan’a yapılan saldırı bugünün Türkiye’sine hiç yakışmıyor. Geçmişte gazetecilerin yaşadıkları olayları bir daha görmek istemiyoruz. Bu konuda çoğunluğun hemfikir olduğuna kuşku yok. Ama konuyu sadece basın ve iktidar çatışması üzerinden ele almakla problemin çözüleceğine inanmak da pek akıl karı değil.
Öyleyse sorunun kaynağı nerede` Üstad Necip Fazıl “Sahte Kahramanlar” kitabında gazetelerin tıpkı partiler gibi bu ülkenin ruh kökünden fışkırmamasını iki kurumun da batı taklitçisi olmasıyla açıklıyordu. Esas itibariyle biz de bu görüşe katılıyoruz. Türkiye’de basın doğuşu ve gelişimi tıpkı demokrasi kurumunda olduğu gibi Batı’dan farklı bir şekilde olmuştur. Bu bir sorundur. Bununla beraber başka bir sorun da geçen zamana inat saygı, nezaket, dürüstlük vb. hususlar da bir ilerleme kat edemeyişimizdir. Toplum içinde gördüğümüz bu noksanlıklar basına da yansımış vaziyette. Basın kurumu da dünden bugüne üst bir dil geliştiremedi. Yandaşlığını da muhalifliğini de düzgün bir zemine oturtamadı. Bunun yanında gazete köşeleri hak eden kişilerin olmadı. Çoğunluğun yazılarını keyifle okuduğu kaç köşe yazarı var bu camiada. Benzer şeyleri televizyon için de söyleyebiliriz.
Peki çokça dillendirilen siyasi baskıları nereye koyacağız` Son dönemde siyasetteki ve kamusal alandaki gergin hava hem siyaseti hem de medyayı şekillendiriyor. Bu açıdan bürokrasi ile basının çatışması biraz doğal gibi. Lakin iki taraf da gereken sağduyudan yoksun durumda.
Mesela yazın dünyası ile hiçbir alakası olmayan lakin sosyal medyadaki paylaşımları ve sırf siyasi iktidara karşıtlığı dolayısıyla kendisine bir gazetede köşe verilen Atilla Taş’ın yazdıklarını kaale alıp dava açmak mantıklı bir iş değil. Ona o köşeyi verenlere laf etmeye lüzum yok. Burada bürokrasinin de soğuk davranıp gazetecilik maskesini takan her kişiyi umursamaktan vazgeçmeli. Ama üzücü olan bir şey de bu tiplerin gazete ve televizyonlarda bolca karşımıza çıkmasıdır. Umarız Türk medyası da bir arınma ve gelişme çıtasına yakın zamanda yaklaşabilsin.
Bugünkü medya düzeni 50’li 60’lı yıllardan nerdeyse daha kötü durumda. Belki Türkiye değişti, teknolojik gelişmeler yaşandı, medya organlarının sayısında ciddi bir artış oldu. Yalnız şimdi Peyami Safa, Burhan Felek, Tarık Buğra, Çetin Altan gibi gazetecilerin yerini doldurabilecek muharrirlerin sayısı fazla değil. Belki bu isimlerin çıtasındaki yazarlar çoğalsa basın daha ciddi bir hüviyet kazanır. En azından gazetecilik maskesi altında bin bir türlü iş çevirenlerin zorda kalınca özgür basın diye feryat ettiklerini duymayız.
Türk basını artık (hangi safta olursa olsun) kendini yineleme değil yenileme faaliyetlerine başlamalıdır.